24 Eylül 2007 Pazartesi

Datça’dan zamanı durduran öyküler



Akdeniz’e, billur suların koynuna, ”bir kısrak başı gibi” uzanır Datça yarımadası. Eski Datça’da bahçelerden badem dalları sarkar. Datçalılar mevsiminde badem kırar evlerin önünde. Datça yolları kekik, bahçeleri bal kokar. İskele’de beyaz begonvil salkımları, mor begonvillere dolanır. Efsaneye göre, Datça yarımadasının tam ortasındaki dağ, buraların kralına aitmiş ve bu kral oğluyla kızının esenlik içinde ülkelerini yönetip yönetmediklerini o dağdan gözlemekteymiş.
İşte o Datça’nın gönüllü yerel tarihçisi, araştırmacısı Nihat Akkaraca nice zamandır yaptığı çalışmaları kitaba dönüştürdü. Datça’da Zaman adını taşıyan bu kitabın en ilginç yanı kaynak kişilerden derlenmiş, daha önce yazıya geçmemiş öykülerden oluşması. Yani Akkaraca bir çeşit halkbilimci gibi davranmış; Pertev Naili Boratav’ların İlhan Başgöz’lerin izinden gitmiş. Böylece zamanın yok edici akışına bir anlamda dur demiş. Siz de benim gibi eski insanların, değerlerin yerine yenilerinin yetişmediği, güzel insanların güzel atlara binip gittiği duygusu içindeyseniz, bunu neden önemsediğimi anlarsınız.Öyküleri anlatanlar (Hamdi Sarı -1914; Mehmet Tabak -1926 Eski Datça gibi) ve anlatılanlar (Halil Çavuş, Hamit Ağa vb.), hatta manileri yazanlar da ismiyle cismiyle gerçek kişiler. Öykülerin geçtiği dağ, ova, tarla, dere, koy hep Datça coğrafyasının, isterseniz gidip bulabileceğiniz yerleri (Gocadağ, Gızılova, Gökdere vb.)… Buraların ve kimi kahramanların fotoğraflarının da kitaba girmesiyle gerçeklik duygusu biraz daha artırılmış. Kitabın sonuna bir de Datça köy haritası eklenmesi olayların geçtiği yerleri zihninde canlandırmak isteyenler için iyi bir kaynak olmuş.Öyküler mübadele yıllarından günümüze kadar çok uzun bir zaman dilimini kapsıyor. Datça insanları kurnazları, safları, iyilikseverleri, alaycılarıyla bir geçit resmi yapıyor bu öykülerde. Eski Datça’nın yol sorununa, jandarma dayağından, “demirkırata”, oradan köy enstitülü öğretmenlere ve imama, sonra daha yakın yıllarda halkın devlet hastanelerinde sağlık sorunlarını nasıl çözdüğüne, turistik lokantalarda garsonluk yapan Datçalı gençlere kadar birçok konuya değiniliyor. Halk dilinin duruluğu düpedüz yansıyor öykülere. Akkaraca o halkın içinden gelen biri olarak hem o insanları çok iyi anlıyor, hem de çok iyi dile getiriyor. Hatta kendini de onlardan ayırmadığından “İstanbul’da bir Datçalı” öyküsünde kendi başından geçen güldürücü ve düşündürücü bir olayı da anlatıyor. Kitabı okurken sık sık memleketim İzmit’te de halk dilinde hala yaşayan sözcüklere rastladım. Birbirine bu kadar uzak coğrafyalarda bile aynı sözcüklerin yaşaması ilginç geldi bana. Örneğin hıra sözcüğü İzmit’te zayıf, küçük anlamıyla yerel dilde mevcut.Öykülerin çoğunu gülümseyerek, kahramanlara sempati duyarak okudum. “Emine Teyze ve Bilgisayar” öyküsünde ise bu gülümseme itiraf etmeliyim ki kahkahaya dönüştü.Kitaba adını veren öykü, Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ne esin olacak cinsten. Datça’nın saatlerinin eski zamanlarda nasıl ayarlandığına ilişkin bu ilginç öykü insanı zaman üzerinde bir daha düşünmeye çağırıyor: “Datça’da zaman yekparedir.”Kitabı bitirdiğinizde güzel bir ülkenin güzel insanlarının yaşadıklarının tadı damağınızda kalıyor. Zamanı günlere bölmeye gerek duymadan yaşamak isteyenlerin seveceği ve toprağında kök salmak isteyeceği bir yer Datça…

Datça’da Zaman, Nihat Akkaraca, Alan, Haziran 2007


(Bu yazı 12 Eylül 2008 tarihli Radikal Kitap ekinde yayımlandı. )

23 Eylül 2007 Pazar


Adalet zenginler için vardır
Gerçek bir öykü, tamamen kurgu dışı bir belgesel kitap. Grisham, sayısız belge incelemiş, olayı yaşayan kişilerle görüşmüş, olayın yaşandığı mekânları gezmiş, ciltler tutan yeminli ifadeleri okumuş"Acaba masum olduğum kanıtlanıncaya kadar suçlu muyum, yoksa suçlu olduğum kanıtlanıncaya kadar masum muyum?" Duruşmada, suçsuz olduğunu söyledikten sonra ifadesini bu soruyla bitiren Dennis Smith soruyu sormakta son derece haklıydı.Amerika'nın bir eyaletinde, işlemediği bir tecavüz ve cinayet suçu nedeniyle, hakkında hiçbir delil olmadan, sadece polisin bulduğu 'yalancı tanıklar' ve bilimselliği kabul edilemeyecek 'laboratuar raporu'nun doğru olduğu varsayılarak ömür boyu hapis cezası alan, haksız yere on iki yıl hapis yatan bir 'ABD vatandaşı'ydı. Dennis Smith'le ortak kaderi paylaşan Ron Williamson'ın yaşamı ise çok daha trajikti. Aynı cinayeti birlikte işlemekten yargılanan Ron Williamson, ölüm cezasına çarptırılmıştı. İnfaza beş gün kala ölümden döndü. Tek hayali ünlü bir beyzbol oyuncusu olmak olan Ronnie, on iki yıl ölüm hücresinde kaldıktan sonra, ancak beş yıl yaşayabildi.Otuz beş yaşında hapse giren Ronnie, hapisten çıktığında kırk yedi yaşındaydı ama altmış beşinde gösteriyordu. Akıl sağlığını tamamen yitirmiş ve kendi başına yaşayamaz hale gelmişti. Belki de zamanında yapılacak iyi bir psikiyatri tedavisiyle sağlığına kavuşabilecekken, on iki yıllık hapis yaşamı boyunca yalan yanlış ilaçlar, kötü muamele, en sağlıklı insanı bile çıldırtıcı koşullar, Ron Williamson'un sadece 'yaşam süresini' kısaltmakla kalmamış, ruh sağlığını, hayallerini, umutlarını, en doğal insan hakkı olan 'mutlu yaşam hakkı'nı da elinden almıştı.Ortaçağ değil; yıl 1983
Benzer kaderi paylaşan sadece Dennis Smith ve Ron Willamson değildi. John Grisham, Masum Adam isimli belgesel romanında, Dennis ve Ronnie'nin hikâyesine odaklanmakla birlikte, aynı dönemde yine çok benzer koşullarda haksız yere suçlanan üç 'masum adam'ın daha öyküsünü anlatıyor. İnsan, romanı okuduğunda, idam edilen daha kaç 'masum adam' vardı acaba, diye sormadan edemiyor.Dennis Smith ve Ron Williamson'un yaşamını cehenneme çeviren olaylar ortaçağda, engizisyon mahkemelerinde yaşanmış değil. Cinayetin işlendiği 1983 yılından 2000 yılına kadar süren haksız yargılama, idam ve hapis cezası, yalan üzerine kurulu bir 'adalet sistemi'... Burası 'ilkel' kabilelerin yaşadığı, dünyanın uygarlıktan uzak bir köşesi de değil; dünyanın çeşitli ülkelerine 'demokrasi' ve 'insan hakları' götürmek üzere savaş açmış olan ABD'nin bir eyaleti. Sadece bu küçük eyalette yaşananları, birkaç vicdansız savcı ve yargıcın 'hatası' olarak görmek mümkün mü? Bu soruya verilecek tek bir yanıt var: Uydurma kanıtlarla yargılama yapan, hile ve tehditle yalancı tanıklar bulan, duygusal baskıyla sanıklarından 'itiraf kopartan', yargılamanın başından sonuna kadar kötü niyetli olduklarını gösteren o savcı ve yargıçlar, her şey ortaya çıktıktan sonra da görevlerinde kaldılar ve kim bilir daha kaç kişiyi ölüm hücresine gönderdiler. Kaçının gerçek suçlu olduğu ise vicdanlı olanların zihninde bir soru olarak kaldı...
Neden Dennis ve Ronnie'yi kurban olarak seçmişti savcı ve polis? İkisi de toplumun kenarında kalmış, 'saygın' meslekleri olmayan, içkiye, uyuşturucuya ve kadına düşkün 'serseriler'di. Üstelik yoksul ailelerin çocuklarıydılar. Kimseyi satın alabilecek güçleri yoktu. Ünlü avukatlar da tutamazlardı. Tecavüz ve cinayet suçuyla itham edildiklerinde, bu suçların toplum tarafından onlara 'yakıştırılması' da son derece kolaydı. Kimse yadırgamazdı, nasılsa onlar 'potansiyel' birer suçluydu... Masum oldukları kanıtlanıncaya dek! Dennis Smith, en 'iyi hukuk okulu'ndan mezun olmuş sayılırdı. Cezaevinde bulunduğu süre boyunca suçsuzluğunu kanıtlamak için sayısız hukuk kitabı bitirdi. Ve bütün yaşadıklarının sonunda, vatandaşı olduğu ülkenin adalet sistemini şöyle tarif ediyordu: "Kendinizi savunacak paranız yoksa, yargı sisteminin insafına kalıyorsunuz. Bir kere sistemin ağına takılırsanız, kurtulmanız neredeyse olanaksız; suçsuz olsanız bile."
Neden gerçek suçlu olan Greg Gore, kurbanla birlikte son görülen kişi olduğu halde es geçilmiş, doğru düzgün sorgulanmamış, "laboratuar raporlarından muaf tutulmuştu?" Üstelik Ron Williamson sadece ve sadece onun 'tanıklığı'na dayanılarak tutuklanmıştı. Gerçek suçlu olan Gore, bunun nedenini aradan yaklaşık yirmi yıl geçtikten sonra açıklayacaktı: "Ancak, 1980'lerin o ilk yılları boyunca Ada polisinin çoğunlukla bana iyi davrandığının farkındaydım, çünkü kendileriyle birlikte uyuşturucu işinin içindeydim. (...) Doğrudan doğruya Bay Williamson'u teşhis etmemi önerdiler."
Bulunan öteki tanıklar ise cezaevindeki diğer suçlulardan oluşuyordu. Çünkü, "özgürlüğe kavuşmanın veya en azından ceza indirimi almanın en kestirme yolu, bir şüphelinin suçunu veya suçun bir bölümünü itiraf ettiğini duymak veya duyduğunu iddia etmek, sonra da bunun karşılığında bir şey koparmak üzere savcıyla pazarlığa oturmaktı".ABD anayasasına göre insanların kendini suçlu ilan etme yolu kapatılmıştır! Yasalarda sorgulamalar sırasında polisin nasıl davranacağına ilişkin sayısız hüküm vardır. Örneğin tehdide maruz bırakılmış bir zanlının itirafı geçersizdir... Sorgulamanın uzunluğu, gündüz mü gece mi yapıldığı, sorgulamayı yapan kişinin psikolojik yapısı, deneyimi, eğitimi, yasalara göre denetlenmeliydi. Ancak Grisham'ın anlattığı beş gerçek öykünün tamamında bu yasaların hiçbiri hayata geçirilmemişti. Aksine, polis tarafından tehdit ve ağır baskıya maruz kalan zanlılar, on saat süren, gece başlayıp sabaha kadar devam eden sorgulamalardan kurtulmak için 'onlara istedikleri ifadeyi' vermek zorunda kalmışlardı. ABD anayasasına 'gerekli hükümleri' koymuştu. Peki ya 'uygulamadaki sorunlar?'
Amerikan polisiyeleri ve gerçek
John Grisham'ın Masum Adam kitabını okurken, aklıma sık sık izlediğim Amerikan polisiyeleri geldi. O polisiyelerde, gerçek katil eninde sonunda yakalanırdı! Dedektifler, FBI görevlileri, polis her zaman 'iyi Amerikan vatandaşları' olurlardı. Vicdanlı, fedakâr ve yardımsever! Sorgulamalarını her zaman nazikçe yapar, ancak gerçek suçluyu bulduklarında sertleşirlerdi! Laboratuarlarda en bilimsel koşullarda, en ayrıntılı incelemeler yapılırdı. Saç, kıl örnekleri, DNA testleri, titizlikle inceleyen ve bir haksızlık yapılmaması için gece gündüz çalışan 'süper' polisler görürdüm ekranlarda. Elbette o zaman da bunların birer kurgu olduğunu iyi bilirdim. Ancak Grisham'ın Masum Adam'ı, gerçek bir öykünün, hiç hayal katılmadan aktarılmış, tamamen kurgu dışı bir belgesel kitap. Grisham, sayısız belge incelemiş, olayı yaşayan kişilerle görüşmüş, olayın yaşandığı mekânları gezmiş, ciltler tutan yeminli ifadeleri okumuş... Gerçeğin etkisi kitabı okuduğumda beni sarstı!
John Grisham olayları mümkün olduğunca nesnel bir şekilde aktarmış. Kitabı okurken kendinizi yaşananların izler gibi hissediyorsunuz. Grisham kuru bir şekilde olayları sıralamıyor, olayların içindeki insanların yaşamöykülerini, geçmişlerini de bir edebiyatçı diliyle aktarıyor. Suçlanan insanların özlemleri, zayıflıkları, hataları, çocukluklarından taşıdıkları hayalleriyle o insanları tanımanız, olayın yüzeydeki boyutunun da ötesini görmenizi sağlıyor.
Masum Adam'da yalnızca adalet sisteminin korkunç boyutlara ulaşan yanlışları anlatılmıyor. Amerikan cezaevlerindeki insanlık dışı uygulamalar son derece canlı bir şekilde aktarılıyor. John Grisham bu belgesel romanıyla, Amerikan toplumunun aile yapısı, toplumsal ilişkiler, zengin-yoksul farkları konusunda da son derece ayrıntılı ve gerçekçi bilgiler veriyor. Masum Adam, önyargıları altüst eden bir belgesel roman.
IRMAK ZİLELİ
MASUM ADAM John Grisham, Çeviren: Şefika Kamcez, Remzi Kitabevi, 2007, 366 sayfa
Radikal Kitap17/08/2007