20 Mart 2008 Perşembe

Dünya Şiir Günü

Ve şairler boyuna kimlere yazarlar
yıkılmış köprülerin başında
ürkmüş boşluktan biri inliyorsa
ve şairler onlara geldimlere yazarlar
Bunlar Necatigil'in dizeleri. Yazı adlı şiirinden. İnsanda her kötülüğe karşın umut varoldukça şiir de var olacak der gibi. Oruç Aruoba'nın şiirin felsefeden bile önce geldiğini ileri sürdüğünü okumuştum bir yerlerde. Yarın (21 Mart) Dünya Şiir Günü. Yani şiirin sonsuzluğuna inananların günü.
Bu sene PEN, 2008 şiir büyük ödülüne Ahmet Oktay'ı değer bulmuş. Ödülü kendisine 21 Mart'ta düzenlenecek etkinlikte verilecek. Her yıl olduğu gibi bu yıl da gün dolayısıyla bir bildiri kaleme alınmış. Bu yılki şiir bildirisi şöyle:

ŞİİR: "DİLİN İÇİNDEKİ YABANCI DİL"
Şiirin iç çekişinde ya da haykırışında duyduğumuz, varlığın ve varoluşun sesidir. Eğer şiir, en derin metafizik kaygıları olduğu kadar, en güncel politik istekleri de dile getirebiliyorsa, bu ; hem toplumsal etkinliğimize hem de tinsel beklentilerimize ait oluşundandır. Şiiri bir biçim sanatı olarak tasarlamak ya da tanımlamak, onu bir içerik sanatı olarak da tanımlamaktır. Biçimi olmayan hiçbir öz ve vice versa; özü olmayan biçim yoktur. Sadece ilişkiler ve karşıtlıklar vardır şiirde. Evet'le hayır arasında diyalektik bir gidiş geliş, Şiir budur. Şiirsel imge, tam da Hegelci/Marksçı anlamda, karşıtların birliği ve çözülüşüdür. Tam da bu yüzden, şiirden hem her şey, yani tinsel ve toplumsal yaşamımızın olumlu ve olumsuz ögeleriyle dolmuş bütünlüklü görünümünü dillendirmesini hem de hiçbir şey olmamasını, yani göndergesiz bir söylem kurmasını bekleriz. Ama son kertede şiir, Pindaros'tan bu yana, toplumsala gömülüdür ve toplumsal olarak düzenlenmiştir. Şiir, belirsizlikle doludur. Şair, başladığı bir şiir hakkında bir ön düşünceye sahip olsa bile, şiirinin bütününün ne olacağını bilmez. Şiir, bir yerde bilinçdışı ile bağlantılıdır. Iris Murdoch, şiirin "doymak bilmez her yerde oluşundan" söz eder. Evet, her yerdedir şiir. Şiirsel dil, sınırları iyice belirgin bir şey'in ya da bir duyumun, betimi değil, bir haline geliş'in dilidir. Deleuze/Guattari ikilisinin sözleriyle, şiir "dilin içindeki yabancı dildir" Şiir, en uzlaşmacı göründüğü noktada bile, yabanıl ve hayırlayıcı olmayı başarır. Verili gerçekle yetinmeyiş, şairin başkaldırıcı gücünün besleyici toprağıdır. Şiirin düzeni, son kertede bir düzensizliği ima eder. Küresel kapitalizm imgeler alanını, yani sanatsal alanı da sömürgeleştirmiş bulunuyor. Ama şiiri halâ sömürgeleştiremedi ve Pazar Ekonomisi'ne eklemleyemedi. Magazinel edebiyat basını, şiiri halâ manşet yapamıyor ve ayağa düşüremiyor. Nietzsche "çekiçle felsefe yapmaktan" söz etmişti. Şair, halâ çekiçle yazabiliyor.

19 Mart 2008 Çarşamba

Çocuklar toplumun aynası


doctus


Doctus çocuk istismarı konulu bir etkinlik başlatmış. Meltem de beni MİM'lemiş. Seve seve katılıyorum. Teşekkürler Meltem...
...............

Çocukluğumdan (herhalde beş altı yaşlarım olmalı) hatırladığım en erken şarkı “Yağ satarım bal satarım/ Ustam ölmüş ben satarım/ Yağ satarım bal satarım/Yağlıca ballıca dayak atarım.” Bir çocuk şarkısı olarak ne korkunç değil mi! Peki ama bu çok bilindik çocuk şarkısı neden dayak ve ölüm içeriyor? Acaba dayağın ölümün şiddetin çocuk oyunlarına kadar girebilmesinin nedeni, maddi ve manevi şiddetin hayatın bu kadar içinde olması, iyice kanıksanması mı?
Yine çocukluğumda radyoda Çocuk Bahçesi diye bir program vardı. ’Arkası Yarın’ın çocuk versiyonu... O diziyi hiç kaçırmazdım ben. Attikus'lu, Işık Yenersu'lu Bülbülü Öldürmek vardı. Heidi Alp Dağlarının Kızı piyesinin anons müziği de unutulmazlarımdandır. Neşeli bir müzik içinde koyun meleyişleri, çıngırak sesleri. Hatırladıkça hala mutlu olurum.
Düşünüyorum da ben evde (ve ilginçtir ki okulda sıra dayağı denen şeyde, -yani cetvelle ellere vurma- sıra bana gelince öğretmen en hafifinden vururdu; çünkü ben o daha vurmadan ağlamaya başlardım:)) suçsuz yere cezalandırılmak o kadar gücüme giderdi) hiç mi hiç duyumsamadığım şiddeti galiba sokakta duyumsadım.
Duyumsayınca da sudan çıkmış balığa döndüm. Acaba ben mi onlara uymalıydım onlar mı bana?

Ben çocukların fiziksel, cinsel, duygusal istismarı ve ihmali gibi çok geniş kapsamlı bir konuyu sadece aile açısından ele almak istiyorum. Çünkü sorunun aileden başladığına inanıyorum. Okulla devam ediyor ve bütün topluma dalga dalga yayılıyor. Çoğu zaman da şiddet biçimini alarak... Çocuk istismarının nedenleri* arasında, ekonomik sıkıntılar ve anne babanın çocuğa (gerek ekonomik yetersizlik gerekse de çok çocuklu olmak, bilinçsizlik, kendisi de aynı şekilde yetiştirilmiş olmak gibi nedenlerle) yeterli ilgiyi verememesi başta geliyor. Bu nedenle anne (ve baba) eğitimi çok önemli. (Hani bir AÇOK’lar vardı. Ne oldu onlara?)
‘Okullarda niye şiddet var?’ ‘Bu topluma da ne oluyor böyle?’ veya 'Internet'teki bu çocuk istismarı sitelerinin sayısı neden bu kadar çok?' demeden önce herkes kendi kapısının önünü temizlemek zorunda. ÇOCUK İSTİSMARINA SON sloganını ben bu bağlamda algılıyorum. Oysa arada bir okşanmadan (!) çocuk yetiştirilmez diye düşünen eğitimli(!) anne çok. Bu nedenle çocuk istismarına son kampanyası gibi etkinliklerle bir farkındalık oluşturmanın yararına inanıyorum. Denize denizyıldızı atanların sayısı bir kişi fazla olsa fena mı olur?
Dilerim hiçbir çocuğun gülüşü solmasın. Hepsi Attikus ve çocuklarının sevgi bağlarıyla örülmüş, Heidi ve Peter gibi özgür ve mutlu olsunlar.


.............

* Çocuk İstismarını Önleme Derneği’nin sitesinde istismara yol açan riskler şöyle sıralanıyor:


• Ciddi ekonomik sıkıntı
• Çok çocuklu aile, kardeşler arasında yaş farkının az olduğu durumlar.
• Üvey ebeveyn, tek ebeveyn.
• Alkol- uyuşturucu bağımlısı ebeveyn
• Kendisi de çocukluğunda istismar görmüş ebeveyn
• Çok genç anne
• Eğitimsizlik
• Aile içinde geçimsizlik, gerginlik
• Aile içi şiddet, diğer çocukların da istismara uğramış olması
• Ailede ruhsal hastalık
• İstenmeyen gebelik sonrası doğmuş çocuk
Çocuğun kendinden kaynaklanan özellikler ( sakatlık, prematüre ya da düşük doğum ağırlığı, hiperaktif, zihinsel engelli)

4 Mart 2008 Salı

"Başkalarının Acısına Bakmak"

Filistinliler neye benzer? Susan Sontag “Başkalarının Acısına Bakmak” adlı kitabında başkalarının acısına görüntülerden (televizyon, gazete, fotoğraf) bakan insanoğlunun hemcinsine nasıl duyarsızlaştığını anlatır. Başkalarının acısı insanlar için bir seyir malzemesi oldu artık. O kadar çok öldürülen Filistinli görüyoruz ki artık olanlara duyarsızlaşıyoruz. Beyin yıkama aleti olarak televizyon beynimizi iptal ediyor adeta. Karşılaştığımız bilgi bombardımanı nedeniyle, ilgimizi aynı konuya bir türlü odaklayamıyoruz. Filistin haberlerini de diğer haberler gibi tüketip geçiyoruz. İsrail tanklarıyla tüfekleriyle Gazze’de dolandı durdu günlerce. Amerika’nın sesi çıkmadı elbette. İsrail'in Sderot kasabasına düzenlenen roket saldırısının 1 sivilin ölümüne yol açmasının ardından, Gazze Şeridi'ndeki 3 büyük yerleşim bölgesine giren İsrail zırhlı araçları ve özel birlikleri, 22'si çocuk, yarısına yakını sivil olan en az 116 Filistinlinin ölümüne, 350'sinin yaralanmasına yol açtı. Kimdir bu Gazze’de sürgün yaşayan Filistinliler, neye benzerler acaba? 1948’den beri sürgün yaşamak ne demektir? Boğaziçi Üniversitesi’nde okuduğum yıllarda bir Filistinli arkadaş grubum oldu. Birlikte Filistin folkloru çalıştık. Daha doğrusu onlar bize öğrettiler. Kimisi zengin kimisi orta halli ailelerin çocuklarıydı. İstanbul’a üniversite okumaya gelebildiklerine göre fakir yoktu aralarında sanırım. İçlerinden bazıları Yeniköy’de bir evde otururdu. O evde bize Arap yemekleri pişirmişlerdi bir gün. Etli pilav cinsinden yemekler, yanında salatalarla. Türkçeyi pek kıvıramamışlardı. Bir de babası Filistinli annesi Türk bir arkadaşım vardı yine o yıllarda. Evlerinden yurtlarından edilmiş Filistinlilerin dağılan kolyenin boncukları gibi dünyanın her yanına dağıldığını onlarla konuşmalarım sırasında anlamıştım. Kimisinin ailesi Ürdün’de kimisinin Arabistan’da, Suriye’de vb... Kimisi gerillalığa ara verip gelmiş, kimisi petrol zengini babasının parasını yemekle meşguldü. Ortak özellikleri ise vatansızlıklarıydı. Yine de kendi geleneklerini ve kültürlerini bizlere öğretmeye ve yaşatmaya çalışıyorlardı. Oysa onları daha yakından tanımak çok kolaydı. Suriye bir minibüse atlayıp gidebileceğiniz mesafede Hatay’dan. Beyazıt meydanında dolaşırken karşılaşacağınız bir Bağdat’lı gezgini kendi insanınız sanırsınız. Yüzü size o kadar benzer ki. Yani sıcak ve dosttur Ortadoğu insanı. Yine ilkgençliğimde ben Doğu /Güneydoğu Anadolu ve Ortadoğu’luları hep esmer sanırdım; bu Filistinlilerin üçte birinin sarışın mavi gözlü olduğunu görünceye kadar. Sonra bir gün Antep’li bir arkadaşım ‘bizim oralardan ne de olsa Haçlılar geçmiş’ dedi de meseleye uyandım! İşte bu dağılmış kolyenin rengarenk boncuklarından yüzden fazlası daha İsrail tarafından avlandı. Tek suçları İsrail’in kendine istediği topraklarda doğmuş olmaktı. Bense her Ortadoğu haberinde olduğu gibi yine bize kendi folklor oyunlarını öğreten Hani’yi Ala’yı, Muhammed’i, düşündüm durdum. Hala sağ olduklarına pek ihtimal veremesem de... Yine de umut her zaman vardır; çünkü sular yükselince, balıklar karıncaları yer ama sular çekilince de karıncalar balıkları yer... Müzik notu: Buraya Filistinli genç yetenek Rim Banna'nın çocuklara ağıtlarından birini koymak istedim ama youtube'da bulamadım. Bir başka şarkısını dinleteyim.Fares Oude.
.............................................

Ağlama Ortadoğu

Kül, yeniden ateşiyle barışıyor
Amerika senin yüzünden
Titriyor dağları Ortadoğu'nun
Amerika senin yüzünden
Ağlama çocuk toprağa kulağını daya
Yeni değil bu, Küba, Vietnam, Irak
Ağlama, tarihi dinle ve güven
Gözyaşların kalkanın olsun, bırak
Gül yeniden dalıyla barışıyor
Amerika senin yüzünden
Ürperiyor ağacı özgürlüğümüzün
Amerika, yenileceksin, inan
Artık her yer Afganistan! (Şiir:A.Erhan)

....................
Gazze’de katledilen masum sivillerin anısına...
* * *
1
Boya kutusunu önüme koyuyor oğlum
Bir kuş çizmemi istiyor benden
Kül rengine batırıyorum fırçayı
Bir dörtgen çiziyorum, üstüne bir kilit ve çubuklar
Oğlum, gözleri dehşet dolu, diyor ki bana:"Ama bu bir hapishane...
Yoksa bilmiyor musun baba, kuş çizmeyi sen?"
Oğlum, diyorum ona, ayıplama beni
Kuşların biçimini unuttum inan.
2
Kalem kutusunu önüme koyuyor oğlum
Bir deniz çizmemi istiyor benden
Kurşun kalemi alıyorum
Siyah bir daire çiziyorum
Oğlum diyor ki bana: Ama bu siyah bir daire, baba
Deniz çizmeyi bilmiyor musun yoksa?
Ona diyorum ki: Oğlum
Eskiden deniz çizmekte ustaydım
Ama bugün...Oltayı aldılar benden
Av yaklaşmıştı oysa...
Mavi renkle konuşmamı da yasakladılar
Özgürlük balığını yakalamamı da.
3
Resim defterini önüme koyuyor oğlum
Buğday başağı çizmemi istiyor benden
Kalemi alıyorum
Bir üçgen çiziyorum ona
Resim sanatındaki bilgisizliğime şaşırıyor oğlum
Şaşkın şaşkın diyor ki:Üçgenle başak arasındaki farkı bilmiyor musun baba?
Ona diyorum ki, oğlum
Eskiden başağın biçimini bilirdim ben
Somunun biçimini
Gülün biçimini.
Ama bu metalik çağda
Ormanın ağaçları
Silahlı adamlara katıldı ya
Güller, lekeli giysilere büründü ya
Silahlı başaklar çağında
Kuşlar silahlı
Kültür silahlı
Din silahlı
Bir somun alsam
İçinde tabanca buluyorum
Bir gül koparsam bahçeden
Silahını dayıyor burnuma
Bir kitap alsam kitapçıdan
Parmaklarımın arasında patlıyor...
4
Yatağımın kenarında oturuyor oğlum
Bir şiir okumamı istiyor benden
Gözümden bir damla yaş düşüyor yastığa
Korkuyla izliyor oğlum ve"Ama baba diyor, bu gözyaşı, şiir değil!"
Ona diyorum ki: Büyüdüğün zaman oğlum
Arap şiir kitaplarını okuyunca
Sözcükle gözyaşının kardeş olduğunu göreceksin
Ve Arap şiirinin yalnızca
Parmaklar arasından çıkan
Bir damla gözyaşı olduğunu...
5
Oğlum kalemlerini, boya kutusunu önüme koyuyor
Bir yurt çizmemi istiyor benden
Fırça titriyor elimde
Ağlayarak düşüyorum...



....................................................



Haluk Şahin yazmış aşağıdaki yazıyı: Yetti artık şu elit safsatası. Yedi yıldızlı otellerde düğün yapan para babaları mı yoksa beş yüz bin emekli maaşıyla yaşamaya ve ekmeğinin onurunu korumaya çalışan insanlar mı halk bu ülkede? Ülkenin tüm para kaynaklarını ele geçirmeyi hedefleyenler mi elit yoksa kolejlere parası yetmeyip yatılı okullarda okuyup meslek sahibi olan askerler ve hukukçular mı? Kimin hakkını kim gaspediyor? Kim ne için meydanlarda sesini çıkarıyor? Cevaplar çok açık aslında. Bundan ötesi çıkar hesaplarına girer... Bazılarının halk mitingleri için bu kadar delirmesi de olsa olsa kuyruklarına basıldığı içindir...

22/02/2008
Türkiye'deki değişimi, toplumu baskı altında tutan laik bir elit ya da seçkinci tabakayı demokratik yollardan tasfiye mücadelesi olarak tanımlayanlardan geçilmiyor. Ülkemizin son dönemlerde yaşadıklarını basitleştirdiği için, yabancı gazetecilere ve bu arada özellikle etkili gazete New York Times'ın Türkiye muhabiri Sabrina Tavernise'e pek çekici gelen bu iddiaya da eleştirel olarak bakmanın zamanı gelmedi mi? İşin ilginç yanı, ben bu analizi ilk olarak New York Times'ın büyük patronu Arthur Sulzberger jr.'den duymuştum. Sanırım 1998'de, New York Times'ın o zamanki İstanbul Büro Şefi Stephen Kinzer, Tarabya'da bir balık lokantasında yemek vermişti. Sulzberger'in yanı sıra Fazilet Partisi milletvekili Abdullah Gül ve birkaç başka gazeteci vardı. Türkiye'de o dönemde yaşananları yanıma düşen Sulzberger'e anlatırken adam birden celallendi: "Siz laik elitler halkın yönetime karışmasını istemiyorsunuz" türünden bir şeyler söyleyince sinirlenme sırası bana geldi: "Siz hangi elitten bahsediyorsunuz? Benim babam Anadolu'nun yoksul bir köyünde doğmuş, devlet burslarıyla okumuş. Ben ikinci kuşağım. Ama isterseniz sizin ve Amerikan elitinin yedi kuşaktır gittiği bir avuç liseyi ve üniversiteleri sayayım ve size sorayım. Siz bunlardan hangilerine gittiniz?" Tatsız bir gece oldu. Amerikan oligarşik elitinin en tepesinden gelen birinin bize halkçılık pozu atması tepemi attırmıştı. Daha sonra bu 'laik elit halka karşı' formülü hem yabancı muhabirler hem de bizim liberaller tarafından benimsendi. AKP'nin yükselişi, halkın laik seçkincilere karşı demokratik başkaldırısı olarak resmedildi. Karşı konulamayacak kadar cazip bir tanımlamaydı bu. Kim baskıcı elitlere karşı mücadele veren mazlumlardan yana olmak istemez ki! Bu basmakalıp analiz öylesine yaygınlaştı ki, Cumhuriyet mitinglerinde meydanlara dökülmüş ve cebindeki üç-beş liranın hesabını yapan emekli öğretmenlerden, horlanmış işçilerden ve yorgun ev kadınlarından bu elitin temsilcileri olarak söz edildi. Ne eliti! Geçim sıkıntısından kıvranan, lokantaya gidecek para bulamayan alt-orta ve orta sınıf ne zaman oligarşik elit oldu? Dendi ki "Tüm elitler gibi onlar da kendi ayrıcalıklarını savunuyorlar. Vakti dolmuş tüm elitler gibi onlar da silinip gidecekler!" Hangi ayrıcalık? O kalabalıklara katılanların büyük bir çoğunluğu hayatında lüks otel lobisi bile görmemiştir. Hayatında uçağa binmemiş olanları çoğunluktadır. Elit oldukları için o meydanlarda değildi onların çoğu: Cumhuriyet'in eğitim sisteminin yıllar boyu onlara öğrettiklerine inandıkları için oradaydılar. Kendilerine bebeklikten itibaren öğretilenlerin doğru olduğunu sandıkları için oradaydılar. Onlara Atatürk'ün kıyafet devriminin çok önemli olduğu anlatılmıştı. Kadının örtülerini atıp sosyal hayata katılmasının medeniyetin vazgeçilmez bir özelliği olduğu söylenmişti. "Günün birinde bu devrimlerin tehlikede olduğunu fark edersen sakın yöneticilerin uyanmasını bekleme, kendin müdahale et!" diyen nutuklar ezberletilmişti... Ve onlar, gittikleri okullarda, katıldıkları bayramlarda kendilerine binlerce kez söylenen bunlara inanmış, hayatlarını ona göre kurmuşlardı. Şimdi onlara "Geçmişe mazi derler" deniyor ve ekleniyordu: "Sizi gidi ayrıcalıklı ve baskıcı bir elit mensupları sizi! Size öğretilenleri doğru sandınız ha!" Kimin tarafından mı deniyordu? Çocuklarına yedi yıldızlı otellerde trilyonluk düğünler yapanlar tarafından deniyordu. Lüks mağazalardan 300-500 avroya başörtüsü eşarp alanlar tarafından deniyordu. Sosyolojide 'elit'in çeşitli tanımları ve türleri vardır: Eğer söz konusu olan 'sınıfsal' ayrıcalık ya da zenginlik ise, o elit, TÜSİAD'ı ve MÜSİAD'ıyla geçen seçimde AKP'yi destekledi.. Eğer 'eğitsel' bir elitten söz ediliyorsa, onların kremasını oluşturan liberaller de AKP'den yanaydılar. Eğer hacı hoca, tarikat reisi, cemaat lideri türünden 'dinsel' elitten söz ediyorsak onların da kimi destekledikleri belli. E, ne kalıyor geriye? Çoğu köylü çocuğu olan askerler ve yargıçlar mı? Sosyoloji kitaplarına göre, 'siyasal' elitin temel işlevlerinden birisi ülkenin yöneticilerini içinden çıkarmaktır. O ölçüte göre bir bakar mısınız son çeyrek yüzyıla; Turgut Özal, Abdullah Gül ve Recep Tayyip Erdoğan nereden çıktılar? Bir kuşakta zirveye ulaşılabilen bir ülkede katı ve baskıcı elitist bir sistemin olduğundan söz edilebilir mi? Yeter artık bu kadar safsata! Yabancıları da, kendimizi de kandırmayalım!


BİR EK YAPAYIM BU UZUN YAZIYA OLDU OLACAK... Aynı konuda Gündüz Vassaf da farklı düşünmüyor, Radikal'de 17 Mart tarihli yazısından benim anladığım. Türkiye'nin bir Amerikan projesi olduğunu hala göremeyenler olması ne tuhaf.

"Günümüzde yabancı basında Türkiye, "NATO ülkesi" yerine kendisine yeni biçilen rolle "Müslüman ülke" kimliğiyle tanıtılıyor. (Oysa Batı ne Japonya'dan budist ülkesi diye söz eder, ne Kanada'dan Hristiyan, ne de Hindistan'dan Hindu diye) Türkiye'nin hızla benimsenen ve benimsettirilen yeni kimliğine uygun yeni bir tarih yazılıyor, yeni bir geçmiş yaratılıyor, yeni bir cepheleşme, gündelik yaşamda yeni bir dil oluşturuluyor. New York Times gibi gazetelerin öncülüğünde yabancı basının yansıttığı tabloya göre, cumhuriyet boyunca devlet seçkinleri tarafından yönetilen Türkiye'de değişim rüzgarları esiyor. Kuruluşunda solun, hatta komünistlerin de desteklediği Demokrat Parti "Yeter söz milletindir" diye Ankara'ya karşı Anadolu'yu seferber ederek tek parti istibdatına baş kaldırmamış gibi, sanki çobanlık yapan Demirel ve akranları, köy kökenli Özal ve biraderleri Çankayalı olmamış gibi, sanki Sabancılar, Koç'lar gibi Türkiye'de zenginler, Genel Kurmay Başkanı askerler hiç "halktan" gelmemiş gibi, aynı onlar gibi devlet ve ABD'yle bütünleşen günümüz iktidar ve yandaşlarını, üstelik mağdurlarmış gibi, ilk diye lanse ediyorlar. Günümüzde yabancı basında Türkiye, "NATO ülkesi" yerine kendisine yeni biçilen rolle "Müslüman ülke" kimliğiyle tanıtılıyor. (Oysa Batı ne Japonya'dan budist ülkesi diye söz eder, ne Kanada'dan Hristiyan, ne de Hindistan'dan Hindu diye) Türkiye'nin hızla benimsenen ve benimsettirilen yeni kimliğine uygun yeni bir tarih yazılıyor, yeni bir geçmiş yaratılıyor, yeni bir cepheleşme, gündelik yaşamda yeni bir dil oluşturuluyor. New York Times gibi gazetelerin öncülüğünde yabancı basının yansıttığı tabloya göre, cumhuriyet boyunca devlet seçkinleri tarafından yönetilen Türkiye'de değişim rüzgarları esiyor. Kuruluşunda solun, hatta komünistlerin de desteklediği Demokrat Parti "Yeter söz milletindir" diye Ankara'ya karşı Anadolu'yu seferber ederek tek parti istibdatına baş kaldırmamış gibi, sanki çobanlık yapan Demirel ve akranları, köy kökenli Özal ve biraderleri Çankayalı olmamış gibi, sanki Sabancılar, Koç'lar gibi Türkiye'de zenginler, Genel Kurmay Başkanı askerler hiç "halktan" gelmemiş gibi, aynı onlar gibi devlet ve ABD'yle bütünleşen günümüz iktidar ve yandaşlarını, üstelik mağdurlarmış gibi, ilk diye lanse ediyorlar. "