Bağlantı adresi:
1) https://www.hurriyet.com.tr/kitap-sanat/yazarin-saplantili-aski-41550836
2) https://okudugumkitaplar.blogspot.com/2020/06/yazarn-saplantl-ask.html
Burada da eleştirmen Okan Çil'in Gazete Duvar'daki değerlendirmesi var:
15 Temmuz 1947’de, Massachusetts’de doğan Lidia Davis, Amerikan edebiyatının önemli isimlerinden biri olarak biliniyor. Okurlarının karşısına genelde öykülerle çıkan Davis’in hayatına şöyle bir baktığımızda, ailesinin ve yakın çevresinin de yazıyla, edebiyatla iç içe olduğunu görüyoruz. Öykücü olan annesi Hope Hale Davis ve eleştirmen olan babası Robert Gorham Davis dolayısıyla kitapların ve kelimelerin arasında büyüdüğünü röportajlarında okuyoruz.
Davis’in dilimize çevrilen üç öykü kitabı mevcut. Elif Bereketli’nin çevirdiği Yapamam ve Yapmayacağım isimli kitabı Encore, Betül Kadıoğlu’nun çevirdiği Neredeyse Hiç Hatırlamıyor ve Rahatsızlık Çeşitleri isimli kitaplarıysa Everest etiketini taşıyor.
Yazarlığının yanında çevirileriyle de adından söz ettiren Davis’in romancı yönüyle de yeni tanışıyoruz diyebilirim. Yine Everest tarafından basılan, Şefika Kamcez tarafından çevrilen Hikâyenin Sonu isimli romanı, Davis’in en az öyküleri kadar trajikomik bir lezzete sahip.
ROMANIN SONU
Orta yaşlı bir kadın olan, aynı zaman öğretmenlik ve çevirmenlik yapan ben anlatıcıyla, Vincent isimli genç işsiz-yazarın ilişkisi üzerine kurulu olan Hikâyenin Sonu aşkı, yaş farkını, statüyü ve elbette özlemi tartışan bir metin olarak karşımızda duruyor.
Ancak romanın en dikkat çekici yanı belki de kurgusunda; hikâyenin sonuna çok önem vermiyor Davis. İlk on beş sayfada kaba bir özet geçiyor. Böyle başladı, böyle ayrılındı, böyle aşamalardan geçtikten sonra roman böyle sonuçlandı, diyor. Bu, pek alışık olmadığımız tercihiyse şöyle açıklıyor anlatıcının ağzından:
“…sanki hikâyeyi anlatmaya devam edebilmem için sonu en baştan söylemem gerekirmiş gibi onu alıp romanın başına koydum. Baştan başlamak daha basit olacaktı ama başlangıç, devamı olmadan çok bir anlam taşımıyordu ve olayların devamının hikâyenin sonu olmaksızın fazla bir anlamı yoktu… Vincent’in dediği gibi ben çoğu zaman mümkün olandan fazlasını isterim.”
Davis gibi, anlatıcı da bir roman yazıyor aslında ve işin güzel yanı işte burada ortaya çıkıyor. Anlatıcının yazdığı romanın estetiğiyle Davis’inki birbiriyle paralel şekilde ilerliyor.
Yani anlatıcı yukarıdaki kısmı söylüyor ve Davis aynı kısımla romana başlıyor. Okumaya devam ettiğimizde de doğrusal bir hikâye anlatımıyla karşılaşmıyoruz zaten. Tıpkı anlatıcının ara bölümlerde bahsettiği gibi keskin geçişler, sert etkileşimler ve sıçramalı bir kurgu anlayışı kitabın geneline hâkim durumda; geçmiş ve gelecek arasında gidip gelirken birbirinden bağımsızmış gibi görünen anlar, sahneler, resimler çıkıyor önümüze.
Anlatıcı bu duruma dair yaşadığı sıkıntıyı bizimle, pardon kendisiyle de paylaşıyor ara kısımlarda. Kronolojik bir sıralama yerine karmaşayı seçtiğini ve karmaşadaki bölümlerin birbirini kendiliğinden doğuracağını söylüyor.
Anlatıcı kendi romanını bu şekilde yazıyor, Davis de öyle.
YAŞ FARKI, AŞK, VESAİRE
“Aslında vazgeçmek de istemiyorum; çünkü o ana kadar o romana öyle çok zamanımı vermiştim ki… Bazı durumlarda bu zorunlu olsa bile, bir şeye devam etmek için bunun iyi bir gerekçe olduğundan emin değilim. Bir zamanlar sırf bu nedenle, yani aramızda çok fazla şey geçtiği için bir adamdan bir türlü ayrılamamıştım.”
Anlatıcıyla Vincent arasında on iki yaş var. Bir arkadaş ortamında başlayan tanışıklık, devam eden aylarda flörte, oradan sevgililiğe ve akabinde beraber yaşamaya dek ilerliyor. Dışarıdan bir gözle değerlendirdiğimizde iki insanın birbirine giderek daha çok yakınlaştıklarına yorabiliriz bu tabloyu ama her aşama sonrasından ne kadar da uzaklaşıp kabalaştıklarını okumaya başlar halde buluyoruz kendimizi.
İlişkinin kendi kendini çürütmesinin en temel sebeplerinden birini yaş farkı olarak görüyoruz. Yaşın getirdiği diğer farklar; düzenli bir iş, görece konforlu bir ev, ne istediğini bilen tavırlar vs. de peşinden geliyor elbet ama yaş farkı hepsinin ortak kümesi gibi duruyor.
Vincent sevgilisiyle “genç” kelimelerden arınmış bir dille konuşurken, anlatıcı da ona anlayışlı, yönlendirici ve yer yer de tahakküm edici şekilde davranıyor. Önce Vincent’in evini, arabasını rahatsız edici bulmaya başlıyor, akabinde arkadaşlarını, çevresini eleştiriyor, sonra da dönüp dolaşıp Vincent’e patlıyor. Anne-oğul gibi değil de teyze-yeğen şeklinde daha çok.
CANAVARIN PEŞİNDE BİR FRANKENSTEIN
Aynı yaşta, “eşit” oldukları nadir anların başında da yazmak ve edebiyat geliyor. Öyle ki başka biri olup çıkıyorlar.
“Eğer O’na âşık olduysam bunun nedeni yazması değildi ve O’na yazmaktan bahsettiğimde kendimi O’nun sevgilisi gibi duyumsamazdım; o anda birbirini pek tanımayan ama birbirinden hoşlanan ve birbirine saygı duyan iki insan kadar mesafeli olurduk birbirimize.”
Ne var ki edebiyat da bir yere kadar iş görüyor. Sonra bir gün, romanın ilk paragrafında, Vincent birden çekip gidiyor. O kadar tuhaf bir terk ediştir ki bu, anlatıcı onu birleştirmeye çalışıyor adeta; yolda karşılaştığı birinde onun giydiği ceketten görüyor, başkasında gülüşünü görüyor, bir başkasında burnunu.
“…aylar boyunca O’nun arabasına benzer arabalara dikkat etme alışkanlığını asla bırakmadım ve o araba giderek kendi bağımsız hayatına kavuştu; sanki yaşayan bir canlı, bir tür hayvan, bir evcil hayvan, bir ev köpeği, sadık bir arkadaş ya da belki yabancı bir köpek, tehlikeli, tehditkâr bir şey haline geldi.”
Diğer bir değişle Dr. Frankenstein gibi sevgilisini yeniden “yapmaya” çalışıyor anlatıcı.
Davis’in bu tavrı bana Yapamam ve Yapmayacağım isimli kitabındaki tek paragraflık, “Köpek Tüyü” isimli şu kısa öyküsünü hatırlatıyor.
“Köpek gitti. Özlüyoruz onu. Kapı çalınca kimse havlamıyor artık. Eve geldiğimizde bizi bekleyen yok. Hâlâ evin etrafında veya giysilerimizde beyaz tüylerine rastladığımız oluyor. Topluyoruz onları. Aslında atmamız gerekir. Ama ondan bize kalan tek şey bunlar. Atmıyoruz. Çılgın bir arzumuz var – yeterince tüy toplayabilsek, köpeği tekrar birleştirebiliriz belki.”
Tıpkı anlatıcının yazdığı roman gibi.
Tıpkı Davis’in yazdığı roman gibi.
Aşkın ve âşığın kişisel zaaflar üzerinden tartışıldığı, 2013’te Man Booker International Ödülü’nü kazanan Hikâyenin Sonu, öykücülüğüyle okurlarının övgüsünü kazanan Davis’in, romanıyla da benzer övgüler kazanacağına kuşku yok.
Kaynakça
Lydia Davis ile Söyleşi: Basit Cümlelerin Güzelliği Aşkına, Çev: Onur Çalı, Parşömen Fanzin, 2019
Link:https://www.gazeteduvar.com.tr/kitap/2020/06/25/her-sey-ikinci-sisenin-acilmasiyla-baslar
Birgün gazetesinde İlke Kamar'ın değerlendirmesi:
İLKE KAMAR
Samuel Beckett’e göre, “Gerçeklerin takvimi ile duyguların takvimi koşut gelişmemektedir. Ve biz dünden ötürü sadece yorgun değil başkayızdır; dünün felaketinden, önceki halimizden... Geçmiş, üstesinden gelinemeyecek, sindirilemeyecek bir katılık olarak belirir. Ve bizi yapısal bir geç kalmışlık konumunda bırakır!”.
Beckett öykülerinde ve oyunlarında karakterleri, belirli bir zaman diliminde kıstırılmış ve yıkıma uğramış insanlar olarak görürüz. Bu karakterlerin gelecekteki durumları şimdiki zamanda da sıkışmışlık yaratır ve bu durum, onların zihinlerinde geçmişe dönme çabalamalarına neden olur. Geçen günlerde yayımlanan Lydia Davis’in ilk romanı Hikâyenin Sonu, bunları anımsattı bana. İkili bir hikâye anlatımına sahip romanda Davis ile birlikte anlatıcı da bir roman yazıyor. Her iki roman da adeta geçmiş ilişkilerinin parçalarına seslenen, belleği bu noktada hep canlı tutan ve geçmişin kırılganlığıyla kendini dönüştüren bir anlatı özelliği taşıyor. İsmi gibi roman, hikâyenin sonu ile başlıyor: Kendi yoluna gitmek isteyen ve giden bir sevgili ile onu bırakmak istemeyen, gideni arayan öteki… Bu öyle sahici bir arama ki okuyucu da zihinsel ve hem fiziksel yorgunluğu hissediyor ötekinin.
GEÇMİŞİN KIRILGANLIĞI
Marcel Proust, Jean-Paul Sartre, Michel Foucault çevirilerinin yanı sıra kendine özgü minimal hikâyeciliğiyle tanıdığımız, Uluslararası Man Booker Ödülü’nün sahibi Lydia Davis’in daha önce Yapamam ve Yapmayacağım, sonra ise Rahatsızlık Çeşitleri’ni okuduk. Davis bu ilk romanında, unutamadığı erkek arkadaşını arayan bir yazara ve onun yazı yazma eylemine odaklanıyor. Yazar erkek arkadaşını zihninde ararken tüm geçmişi adeta önümüze seriyor. Unutamadığı erkek arkadaşının düşüncesiyle karşı karşıya olan ve bu durumdan bazen yorgun düşen bir yazar karakteri karşımıza çıkıyor. Adı çoğu zaman ‘O’ olarak anılan bir adam, yazarın öyküsüne, tutkularına, isteklerine eşlik ediyor.
Romanın anlatıcısı yazarla- O arasında yaşananlar roman boyunca ele alınırken, yitirme duygusuyla kırılgan bir varoluş hali adeta belleğin inadını sorguluyor gibidir. Ve zamansallığın ötesinde kaybı yeniden türetmeye girişiyor yazar. Dahası kendisini bir hoşnutsuzluğun içerisine sürükleyen ve ölçüsüzce büyütülmüş imgelemin yerinden edilmesiyle de karşı karşıyayız bu romanda. Yazma uğraşına, yaşam arayışına, geçmişin kırılganlığına verilen tepkiye ve bir vazgeçişe de tanıklık ediyoruz. Ve tabii uzun monologlar…
YAZARIN YAZMA UĞRAŞI
Lydia Davis, yazma eyleminin kendisini de bir kurguya dönüştürerek romanın karakteri olan yazarın da yazma uğraşını ara süreçler olmaktan öteye geçirerek metnin kendisine dönüşüyor. Yaratma süreci, düşleri, çağrışımları uyarıyor ve rastlantıya açık bir anlatım biçimi sunuyor. Romanın ‘şimdi’sinde yaşanan geri dönüşler ve olaylarla tek boyutlu zaman algısından başka yere taşındığını hissettiren pek çok örnekle karşılaşıyoruz. Anlatıcının ‘O’ adını verdiği sevgilisini hatırlamasında, zaman ve mekân hep değişse de hafıza anlatıcının roman boyunca eşlikçisi olmayı ve şimdide kalmayı sürdürür. Ve bir bakıma yazarak “O’nun” hayatından gidişini engellemeye çalışır ya da bazen başka bir hayatın, başka bir gerçekliğin olmasını da olası kılar: “Bazı günler O’nun hakkında o kadar çok yazıyordum ki O tam anlamıyla gerçek biri olmaktan çıkıyordu artık. Öyle ki sokakta beklenmedik biçimde yüz yüze geldiğimizde değişik bir şey oluyordu. Ben O’nun cisim halini alıp damıttığımı ve defterimi bununla doldurduğumu düşünüyordum. Bir anlamda onu öldürmüştüm. Fakat eve döner dönmez O’nun cisim hali her nerede yaşıyorsa tekrar var oluyordu. O zaman yaşamayan, içi boş olan aslında benim yazdıklarımmış gibi geliyordu.”
Anlatının uzun bir zaman aralığında devam ettiğini görürüz ama roman karakteri, hafızasından hep yeni mekânları, olayları ve insanları şimdiye dahil eder ancak romanın genelindeki bu yapı karmaşaya neden olmaz, bir bütünü tamamlar. Olaylar hep ‘O’ adını verdiği karakterle bağlantılı, birbirini tamamlayan, bir anlatıya dönüşür:
“Yazmaya kısa bir ara verip sözlüğü elime aldığımda fakat başka bir kelimeyle değil de pencereden dışarı baktığımda -ki bu süreç beş saniyeyi geçmezdi- bu sesler zayıflar, O’nun görüntüsü işimle arama girer ve O’nu birkaç dakikadır aklıma getirmediğim düşüncesi veya üzerinde inceden inceye düşündüğüm kelimelerle O’nu zihnimin derinliklerine itmem içimde yeni bir acı doğururdu.”
Hikâyenin Sonu’nda, anlatıcının romandaki ‘ben’ dili romanın içerisinde diğer hikâyeyle birbirini tamamlayan, kurgusal bütünlüğü olan bir anlatı oluşturur. Tüm bunların yanı sıra, karakterler, olaylar ve mekânlar arasındaki yazarın mesafesi de dikkat çekicidir. Hatta öyle ki yazarın kendi bedeniyle arasındaki mesafeye de yer yer tanık oluruz:
“Eğer çalışma masamda oturuyorsam, bedenim sadece bana destek olmaya yarıyordu, kalçalarım sandalyeye gömülüyordu, bacaklarım ve ayaklarım sandalyenin iki yanından beni sabitliyordu, öne uzanmış veya sandalyenin altına toplamış oluyordum. Ben gittikçe yorulup dirseklerimi masaya dayayınca göğüslerim masanın üstüne yayılıyor, göğüs kafesim masanın kenarına dayanıyordu. Bedenimin sırf bu türden bir yararı olmasına ek olarak aynı zamanda cinsel bir şey olduğu var sayıldığında, bu yeni durum bazen bana tuhaf ve rastlantısal geliyordu.”
Davis, kitabın bütününde en kişisel anları bile genel konuya dahil ederek çoktan yitip gitmiş bir karakteri hep canlı tutar. Bir ayrılma veda etme biçimine de sahip eylemin artık yaşayan değil ölü olanla da ilgili olduğunu da gündeme getirir. Algıları yalnızca üç boyuta ve zamana indirgemeden aktarması romanın belki de en önemli kurgusal özelliği sayılabilir. Davis’in hafızanın parçalara ayrılarak zamanı şimdiye taşınması, geçmişe duyulan özlemle karakterin yazı yoluyla geçmişin trajedisini bir teselliye dönüştürdüğünü de hissettirir bize.
link: https://www.birgun.net/haber/bir-duygu-sahnelenisi-307801