6 Ocak 2021 Çarşamba

Hikayenin Sonu




Metin Celal Hürriyet gazetesinde, Lydia Davis'den çevirdiğim ‘Hikayenin Sonu' romanını değerlendirmiş: 

"Lydia Davis ‘Hikayenin Sonu'ndada kitabın adına uygun olarak sondan anlatmaya başlıyor. “O’nu son defa gördüğümde, son görüşüm olacağını bilmeden terasta bir arkadaşımla oturuyordum,” romanın ilk cümlesi. İkinci paragrafın son cümlesinde olay iyice netleşir; “Kendine bir bardak su almak için eve girdi; dışarı çıktığındaysa bana artık tükendiğini ve kendi yoluna gideceğini söyledi.”
Bu ayrılık sahnesinden bir yıl sonra, kendi el yazısıyla kopya ettiği bir Fransızca şiiri yollar bırakıp giden sevgilisi. Kendisinden 12 yaş küçük şair sevgilisinin bir başkasının şiirini yollamasını anlamlandırmaya çalışır. Şiirin yanında bir mektup yoktur ama üzerinde düşündükçe yokluk, ölüm ve tekrar birleşme üzerine bu şiir yazar çevirmen kahramanımıza çok şey anlatır. Zaten zarfın üzerinde bir gönderici adresi vardır. Oturur bu temalarda bir şiiri kendisine yollaması üzerine neler düşündüğünü ifade eden bir öykü yazar ve yollar. Ama hep “O” diye söz ettiği eski sevgiliden hiçbir cevap alamaz. Bir yıl sonra eski sevgilinin yaşadığı kentten çok uzak olmayan bir yere seyahat ederken O’nu son adresinde ziyaret etmeye karar verir. Zaten eski sevgiliye var olan özlem iyice derinleşmeye, onu tekrar görmek bir saplantı olmaya başlamıştır. Aradığı adres yürünemeyecek uzaklıktadır ama yürür. Saatler sonra akşamüstü O’nun oturduğunu sokağı bulur. Bir yeniden kavuşma hayal etmiyordur, konuşabileceğini bile düşünmez, aksine onu yeni hayatında karısıyla birlikteyken uzaktan izlemeyi umar. Ama bu karşılaşma gerçekleşmez.
Lydia Davis’i Türkçede de yayımlanan kısa, çarpıcı, kendine has öyküleriyle tanıyoruz. Başta Flaubert, Proust olmak üzere Fransız edebiyatından İngilizceye çevirdiği kitaplarla da çevirmen olarak saygın bir yeri var. Deneme ve öykü alanlarında verimli bir yazar. Yazar ve çevirmen olarak birçok ödül almış, burslar kazanmış. Sonra da romanlar yazmaya başlamış. Türkçede yayınlanan ilk romanı ‘Hikayenin Sonu' da 2013 Man Booker International Ödülü verilmiş.
Bu kısa biyografik bilgilerle bile romanın yazarıyla yazar çevirmen kahramanı arasında benzerlikler bulabiliriz. ‘Hikayenin Sonu'nun yazar çevirmen kahramanı bir saplantı haline gelen eski sevgiliyi arama, görmeye çalışma macerası sürerken hem bu arayışını hem de geçmişte eski sevgiliyle yaşadıklarını bir roman olarak yazmaktadır. Böylece bu saplantıdan kurtulmayı başarabileceğini, hiç olmazsa içindeki acıyı azaltacağını umar. Romanın yazılması aşamasında yaşananları, masa başı uğraşını da okuruz.
Kırık bir aşk öyküsü yazıya geçerken nasıl bir değişimden geçer, gerçekler öyküleşirken ne hal alırlar onu da anlatır kitapta Lydia Davis. Mutsuz bir sonla biten aşkla yüzleşmek bile kolay değilken bir de yazarak onunla bir tür hesaplaşmaya girmek hiç kolay değildir. Hafızanın geçmişle ilgili yanıltmaları vardır. Zamanla olaylar birbirine karışmış, bazıları anılaşırken değişmiştir. Anlatıcı kahraman bunları nasıl romanlaştıracağına da karar vermek durumundadır. Bu karar aslında geçmişiyle tam anlamıyla yüzleşip yüzleşemeyeceğinin de bir tür kendi kendine uyguladığı sınavı gibidir.       
Lydia Davis romanda terk edilme ve reddedilmeyle ilgili sonsuz sorgulamalar yapıp, ayrıntıları yeniden gözden geçirirken nerede yanlış yaptığını anlamak, terk edilmenin acısını aşmaya, sevgilinin fiziksel yokluğuna alışmak gibi başka boyutları da başarıyla anlatıyor. Otobiyografik olup olmaması pek önemli değil, anlatıcı kahramanın iğneyi eski sevgiliye batırırken çuvaldızı kendine batırmayı başarması romanın anlatımının samimiyetine okuru ikna ediyor, ve okurun öyküyle sıkı bir bağ kurmasını da sağlıyor. Dünyayı algılayışı, betimlemeleri, anlatımı farklı bir yazar Lydia Davis‘Hikayenin Sonu' iyi,  sıkı bir roman. Bildik gibi görünen bir öyküyü sonuna kadar merakla okutmayı başarıyor."




Bağlantı adresi: 

1) https://www.hurriyet.com.tr/kitap-sanat/yazarin-saplantili-aski-41550836

2) https://okudugumkitaplar.blogspot.com/2020/06/yazarn-saplantl-ask.html


Burada da eleştirmen Okan Çil'in Gazete Duvar'daki değerlendirmesi var:

15 Temmuz 1947’de, Massachusetts’de doğan Lidia Davis, Amerikan edebiyatının önemli isimlerinden biri olarak biliniyor. Okurlarının karşısına genelde öykülerle çıkan Davis’in hayatına şöyle bir baktığımızda, ailesinin ve yakın çevresinin de yazıyla, edebiyatla iç içe olduğunu görüyoruz. Öykücü olan annesi Hope Hale Davis ve eleştirmen olan babası Robert Gorham Davis dolayısıyla kitapların ve kelimelerin arasında büyüdüğünü röportajlarında okuyoruz.

Davis’in dilimize çevrilen üç öykü kitabı mevcut. Elif Bereketli’nin çevirdiği Yapamam ve Yapmayacağım isimli kitabı Encore, Betül Kadıoğlu’nun çevirdiği Neredeyse Hiç Hatırlamıyor ve Rahatsızlık Çeşitleri isimli kitaplarıysa Everest etiketini taşıyor.

Yazarlığının yanında çevirileriyle de adından söz ettiren Davis’in romancı yönüyle de yeni tanışıyoruz diyebilirim. Yine Everest tarafından basılan, Şefika Kamcez tarafından çevrilen Hikâyenin Sonu isimli romanı, Davis’in en az öyküleri kadar trajikomik bir lezzete sahip.

 Hikâyenin Sonu, Lydia Davis, Çev: Şefika Kamcez, 254 syf., Everest Yayınları, 2020

ROMANIN SONU

Orta yaşlı bir kadın olan, aynı zaman öğretmenlik ve çevirmenlik yapan ben anlatıcıyla, Vincent isimli genç işsiz-yazarın ilişkisi üzerine kurulu olan Hikâyenin Sonu aşkı, yaş farkını, statüyü ve elbette özlemi tartışan bir metin olarak karşımızda duruyor.

Ancak romanın en dikkat çekici yanı belki de kurgusunda; hikâyenin sonuna çok önem vermiyor Davis. İlk on beş sayfada kaba bir özet geçiyor. Böyle başladı, böyle ayrılındı, böyle aşamalardan geçtikten sonra roman böyle sonuçlandı, diyor. Bu, pek alışık olmadığımız tercihiyse şöyle açıklıyor anlatıcının ağzından:

“…sanki hikâyeyi anlatmaya devam edebilmem için sonu en baştan söylemem gerekirmiş gibi onu alıp romanın başına koydum. Baştan başlamak daha basit olacaktı ama başlangıç, devamı olmadan çok bir anlam taşımıyordu ve olayların devamının hikâyenin sonu olmaksızın fazla bir anlamı yoktu… Vincent’in dediği gibi ben çoğu zaman mümkün olandan fazlasını isterim.”

Davis gibi, anlatıcı da bir roman yazıyor aslında ve işin güzel yanı işte burada ortaya çıkıyor. Anlatıcının yazdığı romanın estetiğiyle Davis’inki birbiriyle paralel şekilde ilerliyor.

Yani anlatıcı yukarıdaki kısmı söylüyor ve Davis aynı kısımla romana başlıyor. Okumaya devam ettiğimizde de doğrusal bir hikâye anlatımıyla karşılaşmıyoruz zaten. Tıpkı anlatıcının ara bölümlerde bahsettiği gibi keskin geçişler, sert etkileşimler ve sıçramalı bir kurgu anlayışı kitabın geneline hâkim durumda; geçmiş ve gelecek arasında gidip gelirken birbirinden bağımsızmış gibi görünen anlar, sahneler, resimler çıkıyor önümüze.

Anlatıcı bu duruma dair yaşadığı sıkıntıyı bizimle, pardon kendisiyle de paylaşıyor ara kısımlarda. Kronolojik bir sıralama yerine karmaşayı seçtiğini ve karmaşadaki bölümlerin birbirini kendiliğinden doğuracağını söylüyor.

Anlatıcı kendi romanını bu şekilde yazıyor, Davis de öyle.

YAŞ FARKI, AŞK, VESAİRE

“Aslında vazgeçmek de istemiyorum; çünkü o ana kadar o romana öyle çok zamanımı vermiştim ki… Bazı durumlarda bu zorunlu olsa bile, bir şeye devam etmek için bunun iyi bir gerekçe olduğundan emin değilim. Bir zamanlar sırf bu nedenle, yani aramızda çok fazla şey geçtiği için bir adamdan bir türlü ayrılamamıştım.”

Anlatıcıyla Vincent arasında on iki yaş var. Bir arkadaş ortamında başlayan tanışıklık, devam eden aylarda flörte, oradan sevgililiğe ve akabinde beraber yaşamaya dek ilerliyor. Dışarıdan bir gözle değerlendirdiğimizde iki insanın birbirine giderek daha çok yakınlaştıklarına yorabiliriz bu tabloyu ama her aşama sonrasından ne kadar da uzaklaşıp kabalaştıklarını okumaya başlar halde buluyoruz kendimizi.

İlişkinin kendi kendini çürütmesinin en temel sebeplerinden birini yaş farkı olarak görüyoruz. Yaşın getirdiği diğer farklar; düzenli bir iş, görece konforlu bir ev, ne istediğini bilen tavırlar vs. de peşinden geliyor elbet ama yaş farkı hepsinin ortak kümesi gibi duruyor.

Vincent sevgilisiyle “genç” kelimelerden arınmış bir dille konuşurken, anlatıcı da ona anlayışlı, yönlendirici ve yer yer de tahakküm edici şekilde davranıyor. Önce Vincent’in evini, arabasını rahatsız edici bulmaya başlıyor, akabinde arkadaşlarını, çevresini eleştiriyor, sonra da dönüp dolaşıp Vincent’e patlıyor. Anne-oğul gibi değil de teyze-yeğen şeklinde daha çok.

CANAVARIN PEŞİNDE BİR FRANKENSTEIN

Aynı yaşta, “eşit” oldukları nadir anların başında da yazmak ve edebiyat geliyor. Öyle ki başka biri olup çıkıyorlar.

“Eğer O’na âşık olduysam bunun nedeni yazması değildi ve O’na yazmaktan bahsettiğimde kendimi O’nun sevgilisi gibi duyumsamazdım; o anda birbirini pek tanımayan ama birbirinden hoşlanan ve birbirine saygı duyan iki insan kadar mesafeli olurduk birbirimize.”

Ne var ki edebiyat da bir yere kadar iş görüyor. Sonra bir gün, romanın ilk paragrafında, Vincent birden çekip gidiyor. O kadar tuhaf bir terk ediştir ki bu, anlatıcı onu birleştirmeye çalışıyor adeta; yolda karşılaştığı birinde onun giydiği ceketten görüyor, başkasında gülüşünü görüyor, bir başkasında burnunu.

“…aylar boyunca O’nun arabasına benzer arabalara dikkat etme alışkanlığını asla bırakmadım ve o araba giderek kendi bağımsız hayatına kavuştu; sanki yaşayan bir canlı, bir tür hayvan, bir evcil hayvan, bir ev köpeği, sadık bir arkadaş ya da belki yabancı bir köpek, tehlikeli, tehditkâr bir şey haline geldi.”

Diğer bir değişle Dr. Frankenstein gibi sevgilisini yeniden “yapmaya” çalışıyor anlatıcı.

Davis’in bu tavrı bana Yapamam ve Yapmayacağım isimli kitabındaki tek paragraflık, “Köpek Tüyü” isimli şu kısa öyküsünü hatırlatıyor.

“Köpek gitti. Özlüyoruz onu. Kapı çalınca kimse havlamıyor artık. Eve geldiğimizde bizi bekleyen yok. Hâlâ evin etrafında veya giysilerimizde beyaz tüylerine rastladığımız oluyor. Topluyoruz onları. Aslında atmamız gerekir. Ama ondan bize kalan tek şey bunlar. Atmıyoruz. Çılgın bir arzumuz var – yeterince tüy toplayabilsek, köpeği tekrar birleştirebiliriz belki.”

Tıpkı anlatıcının yazdığı roman gibi.

Tıpkı Davis’in yazdığı roman gibi.

Aşkın ve âşığın kişisel zaaflar üzerinden tartışıldığı, 2013’te Man Booker International Ödülü’nü kazanan Hikâyenin Sonu, öykücülüğüyle okurlarının övgüsünü kazanan Davis’in, romanıyla da benzer övgüler kazanacağına kuşku yok.

Kaynakça

Lydia Davis ile Söyleşi: Basit Cümlelerin Güzelliği Aşkına, Çev: Onur Çalı, Parşömen Fanzin, 2019

Link:https://www.gazeteduvar.com.tr/kitap/2020/06/25/her-sey-ikinci-sisenin-acilmasiyla-baslar


Birgün gazetesinde İlke Kamar'ın değerlendirmesi:

İLKE KAMAR

Samuel Beckett’e göre, “Gerçeklerin takvimi ile duyguların takvimi koşut gelişmemektedir. Ve biz dünden ötürü sadece yorgun değil başkayızdır; dünün felaketinden, önceki halimizden... Geçmiş, üstesinden gelinemeyecek, sindirilemeyecek bir katılık olarak belirir. Ve bizi yapısal bir geç kalmışlık konumunda bırakır!”.

Beckett öykülerinde ve oyunlarında karakterleri, belirli bir zaman diliminde kıstırılmış ve yıkıma uğramış insanlar olarak görürüz. Bu karakterlerin gelecekteki durumları şimdiki zamanda da sıkışmışlık yaratır ve bu durum, onların zihinlerinde geçmişe dönme çabalamalarına neden olur. Geçen günlerde yayımlanan Lydia Davis’in ilk romanı Hikâyenin Sonu, bunları anımsattı bana. İkili bir hikâye anlatımına sahip romanda Davis ile birlikte anlatıcı da bir roman yazıyor. Her iki roman da adeta geçmiş ilişkilerinin parçalarına seslenen, belleği bu noktada hep canlı tutan ve geçmişin kırılganlığıyla kendini dönüştüren bir anlatı özelliği taşıyor. İsmi gibi roman, hikâyenin sonu ile başlıyor: Kendi yoluna gitmek isteyen ve giden bir sevgili ile onu bırakmak istemeyen, gideni arayan öteki… Bu öyle sahici bir arama ki okuyucu da zihinsel ve hem fiziksel yorgunluğu hissediyor ötekinin.

GEÇMİŞİN KIRILGANLIĞI

Marcel Proust, Jean-Paul Sartre, Michel Foucault çevirilerinin yanı sıra kendine özgü minimal hikâyeciliğiyle tanıdığımız, Uluslararası Man Booker Ödülü’nün sahibi Lydia Davis’in daha önce Yapamam ve Yapmayacağım, sonra ise Rahatsızlık Çeşitleri’ni okuduk. Davis bu ilk romanında, unutamadığı erkek arkadaşını arayan bir yazara ve onun yazı yazma eylemine odaklanıyor. Yazar erkek arkadaşını zihninde ararken tüm geçmişi adeta önümüze seriyor. Unutamadığı erkek arkadaşının düşüncesiyle karşı karşıya olan ve bu durumdan bazen yorgun düşen bir yazar karakteri karşımıza çıkıyor. Adı çoğu zaman ‘O’ olarak anılan bir adam, yazarın öyküsüne, tutkularına, isteklerine eşlik ediyor.

Romanın anlatıcısı yazarla- O arasında yaşananlar roman boyunca ele alınırken, yitirme duygusuyla kırılgan bir varoluş hali adeta belleğin inadını sorguluyor gibidir. Ve zamansallığın ötesinde kaybı yeniden türetmeye girişiyor yazar. Dahası kendisini bir hoşnutsuzluğun içerisine sürükleyen ve ölçüsüzce büyütülmüş imgelemin yerinden edilmesiyle de karşı karşıyayız bu romanda. Yazma uğraşına, yaşam arayışına, geçmişin kırılganlığına verilen tepkiye ve bir vazgeçişe de tanıklık ediyoruz. Ve tabii uzun monologlar…

YAZARIN YAZMA UĞRAŞI

Lydia Davis, yazma eyleminin kendisini de bir kurguya dönüştürerek romanın karakteri olan yazarın da yazma uğraşını ara süreçler olmaktan öteye geçirerek metnin kendisine dönüşüyor. Yaratma süreci, düşleri, çağrışımları uyarıyor ve rastlantıya açık bir anlatım biçimi sunuyor. Romanın ‘şimdi’sinde yaşanan geri dönüşler ve olaylarla tek boyutlu zaman algısından başka yere taşındığını hissettiren pek çok örnekle karşılaşıyoruz. Anlatıcının ‘O’ adını verdiği sevgilisini hatırlamasında, zaman ve mekân hep değişse de hafıza anlatıcının roman boyunca eşlikçisi olmayı ve şimdide kalmayı sürdürür. Ve bir bakıma yazarak “O’nun” hayatından gidişini engellemeye çalışır ya da bazen başka bir hayatın, başka bir gerçekliğin olmasını da olası kılar: “Bazı günler O’nun hakkında o kadar çok yazıyordum ki O tam anlamıyla gerçek biri olmaktan çıkıyordu artık. Öyle ki sokakta beklenmedik biçimde yüz yüze geldiğimizde değişik bir şey oluyordu. Ben O’nun cisim halini alıp damıttığımı ve defterimi bununla doldurduğumu düşünüyordum. Bir anlamda onu öldürmüştüm. Fakat eve döner dönmez O’nun cisim hali her nerede yaşıyorsa tekrar var oluyordu. O zaman yaşamayan, içi boş olan aslında benim yazdıklarımmış gibi geliyordu.”

Anlatının uzun bir zaman aralığında devam ettiğini görürüz ama roman karakteri, hafızasından hep yeni mekânları, olayları ve insanları şimdiye dahil eder ancak romanın genelindeki bu yapı karmaşaya neden olmaz, bir bütünü tamamlar. Olaylar hep ‘O’ adını verdiği karakterle bağlantılı, birbirini tamamlayan, bir anlatıya dönüşür:

“Yazmaya kısa bir ara verip sözlüğü elime aldığımda fakat başka bir kelimeyle değil de pencereden dışarı baktığımda -ki bu süreç beş saniyeyi geçmezdi- bu sesler zayıflar, O’nun görüntüsü işimle arama girer ve O’nu birkaç dakikadır aklıma getirmediğim düşüncesi veya üzerinde inceden inceye düşündüğüm kelimelerle O’nu zihnimin derinliklerine itmem içimde yeni bir acı doğururdu.”

Hikâyenin Sonu’nda, anlatıcının romandaki ‘ben’ dili romanın içerisinde diğer hikâyeyle birbirini tamamlayan, kurgusal bütünlüğü olan bir anlatı oluşturur. Tüm bunların yanı sıra, karakterler, olaylar ve mekânlar arasındaki yazarın mesafesi de dikkat çekicidir. Hatta öyle ki yazarın kendi bedeniyle arasındaki mesafeye de yer yer tanık oluruz:

“Eğer çalışma masamda oturuyorsam, bedenim sadece bana destek olmaya yarıyordu, kalçalarım sandalyeye gömülüyordu, bacaklarım ve ayaklarım sandalyenin iki yanından beni sabitliyordu, öne uzanmış veya sandalyenin altına toplamış oluyordum. Ben gittikçe yorulup dirseklerimi masaya dayayınca göğüslerim masanın üstüne yayılıyor, göğüs kafesim masanın kenarına dayanıyordu. Bedenimin sırf bu türden bir yararı olmasına ek olarak aynı zamanda cinsel bir şey olduğu var sayıldığında, bu yeni durum bazen bana tuhaf ve rastlantısal geliyordu.”

Davis, kitabın bütününde en kişisel anları bile genel konuya dahil ederek çoktan yitip gitmiş bir karakteri hep canlı tutar. Bir ayrılma veda etme biçimine de sahip eylemin artık yaşayan değil ölü olanla da ilgili olduğunu da gündeme getirir. Algıları yalnızca üç boyuta ve zamana indirgemeden aktarması romanın belki de en önemli kurgusal özelliği sayılabilir. Davis’in hafızanın parçalara ayrılarak zamanı şimdiye taşınması, geçmişe duyulan özlemle karakterin yazı yoluyla geçmişin trajedisini bir teselliye dönüştürdüğünü de hissettirir bize.


link: https://www.birgun.net/haber/bir-duygu-sahnelenisi-307801

Kayıp Rıhtım'da eleştirmen ve editör Devrim Beyaz Ben H. Winters'dan çevirdiğim Philip K. Dick ödüllü Kıyamet Polisi serisinin ikinci kitabı Gerisayım Kenti üzerine yazdı:

Gerisayım Kenti: Ben H. Winters İmzalı Kıyamet Polisi Serisi 2. Kitabı ile Raflarda

Kıyamet Polisi 2. kitabı Gerisayım Kenti ile devam ediyor. Yazar Ben H. Winters imzalı uzay polisiyesinde yeni adım atıldı.

Gerisayım Kenti - Ben H Winters

Bilimkurguyu polisiye ile buluşturan Ben H. Winters’ın Kıyamet Polisi serisinde 2. kitap olan Gerisayım Kenti İthaki Yayınları etiketiyle raflardaki yerini aldı.

The Last Policeman (Kıyamet Polisi) serisinin ilk kitabı geçen sonbahar yeniden Türkçedeki yerini almıştı. Serinin birinci adımı, daha önce Tekin Yayınevi ile 2014 yılında dilimize kazandırıldı ancak devamı gelmedi.

Geçen yıl ise İthaki serinin haklarını alarak üçlemeyi tamamlamak üzere harekete geçti. Gerisayım Kenti’nin orijinal baskısı 2013 yılında Countdown City ile yapılmış ve 2014 Philip K. Dick Ödülü’ne layık görülmüştü.

Kıyametin eşiğinde geçen bir uzay macerasında Hank Palace’ın katil kim sorusunu sorduğu eserde macera devam ediyor.

Gerisayım Kenti – Kıyamet Polisi #2 – Ben H. Winters | Arka Kapak Tanıtımı

Kıyamet Polisi üçlemesi, serinin ikinci kitabı Gerisayım Kenti’yle devam ediyor.

“Her Seçim Bir Vazgeçiştir, Her Adımınızla Arkanızda Binlerce Ölü Muhtemel Evren Bırakırsınız.”

Kıyamete yetmiş yedi gün kaldı. Uzaydaki küçük mavi noktaya, yeryüzüne, dünyamıza, 2011GV1 isimli bir asteroit çarpacak, yaşam sona erecek. Dedektif Hank Palace ise işsiz artık, cinayetleri, gizemleri çözdüğü günler geride kaldı. Ta ki geçmişinden bir dostu, kayıp kocasını bulması için rica edene kadar.

Brett Cavatone arkasında hiçbir iz bırakmadan kayboldu ama eşi Martha kocasının asla böyle bir şey yapmayacağına emin. Her şey bitene dek birlikte olacaklarına söz vermişler ve Brett sözünden dönecek bir adam değil, herkes böyle diyor.

Hank Palace bu soruşturmada karşısına çıkan ipuçlarını takip edip üniversite kampüsünden bozma bir Özgür Cumhuriyet’e gidecek ve ölümü ertelemeye çalışan mültecilerin bu kıyamet günlerinde de karşılaştıkları merhametsizliğe şahit olacak. Palace’ın parçalanan bir toplumda, sözünden asla dönmeyecek bir adamı bulup eşine geri getirmesi lazım. Ama bunu niye yapsın ki? Dünyadaki bu kısa vaktini niye böyle şeylerin peşinden koşmaya harcasın?

Kıyamet Polisi üçlemesinin Philip K. Dick ödüllü ikinci cildi Gerisayım Kenti kıyametin eşiğinde bambaşka bir gizem sunuyor ve Hank Palace bir kere daha “katil kim” sorusunun ötesiyle yüzleşiyor: Biz insanlar, birbirimize ne borçluyuz? Çöken bir medeniyette verdiğimiz sözlerin anlamı kalır mı? Neden sonumuzu bile bile yaşamaya devam ediyoruz?

“Müthiş bir hayal gücünün ürünü, üstelik gayet gerçekçi – yaklaşan kıyametin bu kitaptaki gibi bir şey olacağını düşünmek hiç de zor değil. Türleri harmanlamakta usta olan Winters yine karşımızda.” – Booklist

“Winters, insanların en iyi dürtülerinin peşinden gitmeye çalışırken nasıl başkalarının en ilkel içgüdülerinin kurbanı olduklarını anlatmayı çok iyi başarıyor.” – Toronto Star

“Palace her şeye rağmen sevilesi bir karakter olarak kalmayı başarıyor, tam kıyamete yakışacak bir kahraman.” – Publishers Weekly

Gerisayım Kenti - Ben H Winters

Gerisayım Kenti Türkçe Baskısına Dair

Eserin çevirmenliğini ilk kitabın da çevirisini üstlenen Şefika Kamcez gerçekleştiriyor. Editörlüğünün Alican Saygı Ortanca’ya ait olduğu romanın redaksiyonu ise Ömer Ezer tarafından gerçekleştirilmiş. 264 sayfalık kitabı yayıma hazırlayan isim Emirhan Burak Aydın. Eserin kapak tasarımı ise Hamdi Akçay’a ait.

Kıyamet Polisi serisinin üçüncü ve son kitabı olan romanın adı World of Trouble. Bu kitap henüz dilimize kazandırılmadı.

Peki siz bu seriyi takip ediyor musunuz? Gerisayım Kenti ve yazara dair görüşlerinizi Kayıp Rıhtım Forum’da bizimle paylaşmayı unutmayın.

* * *

Yazının linki:

https://kayiprihtim.com/haberler/edebiyat/gerisayim-kenti-ben-h-winters-kiyamet-polisi-serisi-2/

3 Ocak 2021 Pazar

           



YENİ YILINIZI KUTLAR, YENİ YILIN TÜM İNSANLIĞA GÜZEL YARINLAR GETİRMESİNİ DİLERİM.

12 Aralık 2020 Cumartesi

 Eleştirmen/editör Mert Tanaydın Okurmusunuz'da William Gaddis'den çevirdiğim Amerikan Gotiği romanına değiniyor:

2018’de çağdaş Amerikan edebiyatının, bana göre, başyapıtı seviyesinde üç romanı dilimizde yayımlandı: Everest'in Modern Klasikler dizisinden yayımlanan, 1985 tarihli William Gaddis romanı Carpenter’s Gothic’in Şefika Kamcez çevirisi Amerikan Gotiği, Siren tarafından tekrar baskısı yapılan Don DeLillo’nun postmodern apokalips romanı 1984 tarihli Beyaz Gürültü’sünün Handan Balkara çevirisi ve Sel tarafından Emrah Serdan çevirisiyle yayımlanan Jonathan Franzen’ın 2015 tarihli romanı Saflık. Amerikan postmodern komplo edebiyatının önde gelen iki ismi Gaddis ile DeLillo’nun yapıtlarının izinden giden Franzen artık klasik sayılabilecek bir tarzda onlarla hemen hemen aynı temaları ele alıyor: aile, teknoloji, siyaset üçgeninde Amerikalıların (insanların) halleri. İletişim teknolojilerinin bugün geldiği noktada, Julian Asange ya da Edward Snowden gibi internet tabanlı ifşa operasyonları yapan kompleks karakterli gizemli hacker’ları andıran Doğu Alman kökenli karizmatik bir karakter de barındıran Saflık, aslında genç bir kadının büyüme ve kayıp ailesini arama romanı. Gazetecilerin idarenin pis çamaşırlarını araştırma görevlerini artık kendilerinden menkul bilgisayar dâhilerine bırakarak prestij kaybettikleri bir dönemde Amerikan bağımsız gazeteciliği olgusuna da fazlasıyla değinen Franzen, romanının arka planına serpiştirdiklerini çok başarılı bir anlatımla okurlarını kesinlikle huzursuz etmeden veriyor. Romanın baş karakterinin lakabı üzerinden ta Charles Dickens’ın Büyük Umutlar adlı klasik yapıtına ve romanda sık sık referansı verilen Chicago’lu usta romancı Saul Bellow’a uzanabilmek mümkünken, ben nedense Saflık’ı okurken Gaddis’e, ondan da DeLillo’ya gittim.


Gaddis de DeLillo da yolları reklamcılıktan geçmiş Amerikan romancıları. Gaddis 1922 doğumlu, 21. yüzyıl başlamadan önce 1998’de ölmüş. Bizde daha önceden yayımlanan tek romanı, yine Everest Modern Klasikler’den, ölümünden önce yazdığı Agapeye Ağıt. 1960’lar sonrasında Amerikan toplumunun ve siyasetinin iletişim teknolojileriyle nasıl iç içe geçerek garip biçimlere bürüneceğini görüp yapıtlarına aktarmış postmodern bir romancı. Sadece Amerikan Gotiği’ne bakınca, girişimcilik, misyonerlik, ajanlık, basın danışmanlığı gibi çağdaşlaşmış mesleklerin arka planını oluşturduğu bir toplumda, kiraladıkları tenhadaki kendine özgü bir evin içinde, evli bir çiftin ve evin sahibinin diyalogları üzerinden dünyanın komplosunu sıradan insanların dertleriyle harmanlanmış bir biçimde okuyoruz. Hem Gaddis’in bu romanında hem de Franzen’ın Saflık romanında birbirini çağrıştıran pek çok detay var: Gaddis’in kadın kahramanı Liz, zengin bir ailenin mirasçısı, babası ve kardeşleri girişimcilikle şapşallık arasında gidip gelen insanlar, kendisiyse paradan, aileden ve siyasi-ekonomik girişimlerden tiksinircesine uzak durmaya çalışıyor; Franzen’ın romanındaki pek çok güçlü ama garip kadın kahramandan en kendine özgüsü Anabel de zengin bir ailenin mirasçısı, babasının girişimciliğinden kardeşlerinin şapşallığına her şeyden uzak durmaya çalışıyor, özellikle paradan, ailenin endüstriyel günahlarından ve siyasi-ekonomik girişimlerden; Gaddis’in romanındaki evsahibi gizemli antropolog-ajan McCandless, Franzen’ın romanındaki McCaskill ailesinde yankılanıyor sanki; Gaddis’in müthiş bir sertlikle anlattığı vaizlerle politikacıların dünyayı alt üst eden pislikleri, Franzen’ın Doğu Alman özgürlükçü hacker’ının deşifre ettiği dünyanın siyasi pislikleriyle örtüşüyor.
Gaddis’in dünya komplolarını ben çok çeşitli biçimleriyle Don DeLillo romanlarında okumuşumdur. DeLillo 1936 doğumlu, ortak noktaları çok olmakla beraber DeLillo’nun romanları Gaddis’inkilere oranla sanatsal biçemcilikten, kişisel kaotik üsluptan daha azade, daha rafine ve daha ulaşılabilirdir. Yine de ülkemizde çok sayıda romanı çıkmasına ve okurlar tarafından beğenilmesine rağmen, bir türlü yerleşik bir konuma ulaşamaz yayınevleri nezdinde. Halbuki 1992’de bizde Simavi Yayınları tarafından yayımlanan ilk DeLillo romanı Mao II (yıllarca çevirisinin Tomris Uyar’a ait olduğunu sanmıştım, meğer Gülden Şen’e aitmiş) 1991’de yayımlandıktan ve Pen-Faulkner Ödülü kazandıktan hemen sonra dilimize çevrilebilmiş. (Bu romandaki yazar Bill Gray karakterinin ilham kaynaklarından birinin William Gaddis olduğu söylenir.) Bir sonraki DeLillo romanını (yani Beyaz Gürültü’nün ilk baskısını) dilimizde okumak için on yıl beklememiz gerekmişti. Teknolojinin, sanatın, komplonun, uluslararası siyasetin entrikalarının aile, aşk ve dostluk ilişkilerindeki etkileri üzerine kapsamlı ve zekice romanlar yazan Don DeLillo’nun dilimizde daha fazla bulunmasını dilemişimdir her zaman. Amerikalıların son yıllarda özellikle terör saldırıları ve yangın felaketleri esnasında yaşadıklarını andıran, kurgusal gizemli bir felaket esnasında Amerikan ailesinin tavırlarını ve düşüncelerini okurların önüne seren Beyaz Gürültü‘nün Siren Yayıncılık tarafından yeniden yayımlanması, umarım DeLillo’ya olan ilgiyi canlandırır. Yıllardır merakla beklediğim, dostum Sabri Gürses tarafından çevirisi yapılan ama henüz okuruyla buluşmamış The Names romanı ve Mao II Gaddis’in Amerikan Gotiği’yle ilginç yönlerden eşleşen yapıtlardır; bu açıdan öncelikle bu iki yapıtın okura ulaştırılmasının iyi olacağını düşünüyorum. Belki bir gün bu türün abidevi yapıtı Underworld de dilimize aktarılır da Soğuk Savaş’ın alternatif kurgusal bir tarihi anlatısı üzerinden düşünebilme fırsatı bulabiliriz.

[Aralık 2018]

Yazının linki: http://okurmusunuz.blogspot.com/2019/09/cagdas-amerikan-edebiyatnda-dunya.html

21 Aralık 2019 Cumartesi

via GIPHY


Bütün umutların gerçekleşmesi dileğiyle 2020 kutlu olsun...

22 Ağustos 2019 Perşembe

Gazeteci Yazar Rifat Yüce

                                                1940'lı yıllar. İzmit Sahil Sıhhiye İdaresi önünde Rıfat Yüce
                                                                      (Foto kredit Yavuz Ulugün)

                                                        Rifat Yüce doğduğu köyde (Kocaeli-Çakmaklar)
                                                              (Fotoğraf Çakmaklar köy odasındadır.)


Rifat Yüce köyünün çocuklarını İzmit'i ziyarete gelen Atatürk'ü karşılamaya götürdüğü gün...
                                           (Fotoğraf Çakmaklar köy odasındadır.)







Bu blogda İzmit’in değerli ancak artık unutulmuş kişilerinden de kayda geçmesi açısından bahsetmek isterim. İşte bunlardan biri de Rifat Yüce, nam-ı diğer Yüce Bey. İzmit’in Kurtuluş Savaşı dönemindeki ileri gelenlerinden, çevresini de aydınlatmayı görev bilen aydınlarından. Hoca, tüccar ve yerel gazete sahibi. Hocalığı İstanbul’da bir medresenin mezunu olmasından ileri geliyor. Kocaeli Tarih ve Rehberi adlı hacimli kitabın da yazarı.
Kocaeli Tarih ve Rehberi adından anlaşılacağı gibi Kocaeli’nin ve o zamanlar aynı il sınırları içinde olan Sakarya’nın ilkçağdan başlayarak tarihini ele alır. Yazarın bizzat şahit olduğu Kurtuluş Savaşı dönemini ayrıntılarıyla inceler. Taa 1945’te ilk ve (bildiğim kadarıyla) son defa basılan bu kitap Kocaeli ve civarının en eski ve kapsamlı tarih kitabıdır. Basıldığı yer Türkyolu Bizimşehir matbaası. (Bu matbaanın adı size bir yerden tanıdık geldi mi? Varlık dergisi sürekli yazarlarından Naci Girginsoy bunun ünlü Amerikalı yazar Edward Albee’nin oyunu Our Town’dan geldiğini çıtlatmıştı bendenize. Naci Girginsoy, Avni Öztüre ile birlikte Bizimşehir adlı bir de dergi çıkardı. Naci Bey’i de bir başka yazıda anlatmak isterim. Hikayesi olan insanlardandı.)
Rifat Yüce bu kitabın 18 yıllık bir çalışmanın ürünü olduğunu söyler önsözünde. Kocaeli tarihinden sonra “Osmanlıların son zamanlarında Kocaeli’de olup bitenlerden bilhassa içinde bulunduklarımı ve yakinen bildiklerimi ve Cumhuriyet devrine geçerken, Milli Mücadelede halkın kurtuluş yolunda nasıl çalıştıklarını izah” ettiğini belirtir. Kitabın en önemli yanı birtakım tarihi kanıtlara dayanılarak Kocaeli yöresinin Bizanstan da eski halklarının Türkler olduğunu öne sürmesidir. Bu uzun araştırmalara ve birinci elden anılara dayanan kitabın bence mutlaka yeni baskısı yapılmalıdır.
Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam adlı kitabında Rifat Yüce’ye ve sözü geçen kitabına şöyle değiniyor: “Milli Mücadele döneminde Geyve Boğazı’nın geçilmezliğini, Rifat Yüce güzel bir cümleyle ifade etmiştir: “Geyve Boğazı’ndan zorla geçen bir şey varsa, o da Sakarya Nehri’nin bulanık sularıdır” (Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam, c. I, III. baskı, İstanbul 1973, s. 155. Kocaeli Tarih…, s. 97.)
İzmit’in orta yerinde küçücük bir cami olan Tepecik Camii’nin hemen yanında Rıfat Yüce’nin ailesinin evleri bulunuyordu. İki kızı ve bir oğlu vardı. Büyük kızının evi ise sanırım Erkek Sanat Okulu’nun karşısındaki sokaktaydı. Kendisi o sıralar hayatta olmamakla birlikte çocukluğumda bir vesileyle bu evi ziyaret ettiğimi anımsıyorum. Pencereleri jaluzili, büyük bir bahçe içinde ve iki katlı bir evdi. Bu tanışıklığın sebeplerinden biri Rifat Yüce’nin ailemizdeki adıyla Yüce Bey’in babamın eğitimine önayak olmasıdır. Hayırseverliğine birçok İzmitli yakından şahittir zaten. Örneğin kendi adını taşıyan bir köy okulu kazandırmış memleketine. Cumhuriyetin ilk yıllarında, Kandıra’nın o zamanki ilk köy ilkokullarından biridir bu okul. (Çandı tabir edilen geçme tahtalardan çivi kullanmadan yapılmış bir caminin yakınlarındadır bu taş duvarlı ilkokul. Osmanlı ahşap camisi ve Cumhuriyetin taş ilkokulu, şimdi her ikisi de harap durumda ne yazık ki.)
Rıfa Yüce adı geçen kitabında bahsettiği gibi İngilizlerin Malta adasına sürdüğü aydınlardandır. Sürgün dönüşü Ankara hükümetinin yanında yer almıştı. Prof. Dr. Sabahattin Özel Milli Mücadelede İzmit-Adapazarı ve Atatürk adlı kitabında (Derin Yayınları, 2005) Rifat Yüce’nin Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti yönetim kuruluna seçilişini şöyle anlatıyor:
“1922 Temmuz’unda İzmit’te Müdafaa-i Hukuk seçimleri yenilendi. …Seçimleri kazanan adaylar ve aldıkları oylar şöyleydi:…Tüccardan Hoca Rıfat Efendi (Yüce) 31 oy…” (agy, sayfa 45). Ayrıca yine paralel çalışmalarda bulunan Türk Varlığı cemiyetinin umumi katipliğini de yapmıştı (agy, sayfa 44).
İzmit kültürüne çıkardığı gazete ve yayımladığı kitaplarla katkıda bulanan bu hayırsever ve aydın insanı rahmetle anıyorum.
Bu yazının diğer yayınları:


27 Aralık 2010 Pazartesi

Mutlu Yıllar!


Muhteşem bir yılbaşı, dolu dolu 365 gün, güler yüz, sağlıklı beden, barış dolu bir dünya, Şef Seattle'ın sözlerini düstur belleyenlerin ve toprak anaya saygı duyanların sayısının çok arttığı bir yeni yıl dilerim!