30 Aralık 2009 Çarşamba

'Tiyatroya Adanmış Bir Yaşam' Radikal Kitap'ta...

Tiyatroya Adanmış Bir Yaşam kitabıyla ilgili tanıtım yazısı Radikal Kitap'ın 25 Aralık 2009 tarihli 116. sayısında 28. sayfada yayımlandı.


60’lar, 70’ler ve tiyatro

Yazar, eleştirmen, tiyatrocu, dergi ve yayınevi sahibi, yönetmeni ve elektrik mühendisi S. Günay Akarsu’yun yazıları, yirmi yedi sene sonra, hocalık yaptığı üniversite tiyatro grubu üyeleri tarafından kitaplaştırıldı. Merhaba Gösteri Topluluğu Tiyatroya Adanmış Bir Yaşam: S. Günay Akarsu kitabının; onu, tiyatro anlayışını ve aydın kimliğini dönemin panoraması içinde sonraki kuşaklara, onu tanımayan genç tiyatroculara aktarmak için hazırlandığını belirtiyor.
Yaşamı boyunca Brecht ve epik tiyatroyu Türkiye’de tanıtmaya, benimsetmeye çalışan Akarsu, hem eleştiri ve kuramsal yazılar kaleme almış hem de nasıl bir tiyatro istediğini bizzat tiyatro yaparak göstermiş. Kendisi de İTÜ’deki öğrencilik yıllarından başlayarak oyunculuk yapan Akarsu’nun yazıları sadece o günün tiyatrosuna değil aynı zamanda toplumuna da bir pencere açıyor: 1960’lar ve 70’ler nasıl yıllardı? Bugün çok tartışılan 27 Mayıs ve 12 Mart’ın sanata yansıması ne yönde oldu? O dönem hangi oyunlar sahnelendi? İlericilik, toplumcu tiyatro, politik seyirci ve amatör toplulukların işlevi neydi? Kısacası yalnızca bir tiyatro retrospektifi değil, aynı zamanda bir dönem panoraması sayılabilecek bu kitapta bir dönemi tiyatro ortamındaki yansımalarıyla izlemek mümkün.
Kitapta eleştirilerine yer verilen oyunlar arasında; Zengin Mutfağı, Arturo Ui, Güneşin Katli, Sezuan’ın İyi İnsanı, Şili’de Av, Abdülcanbaz, Havana Duruşması, Eskici Dükkanı, İnek, Mikado’nun Çöpleri, 72.Koğuş, Yer Demir Gök Bakır bulunuyor. Genelede tarihsel düzende sıralanan yazılar, iç içe geçmiş (birbirinden biçim özellikleriyle ayrılmış) üç bölüm halinde düzenlenmiş. Kitapta; tiyatro eleştirileri, çeşitli gazete, dergi yazıları sırayla ilerlerken, dönemin politika sahnesinin önemli olaylarına da işaret ediliyor. Buna paralel olarak Akarsu’nun yaşamından kesitler veriliyor. Bu üç bölüm farklı zemin renkleri atıldığı ya da italik harfler kullanıldığı için birbirinden kolayca ayrılıyor. Böylece dönemin olaylarıyla yazılar arasında doğrudan bir ilişki kurulabiliyor. 1959 ile 1982 tarihleri arasında yazılan yazılar, ağırlıklı olarak 1960’lar ve 70’ler gibi toplumsal hareketliliğin arttığı dönemlerde yazılmış olmaları açısından ilgi çekici.
Kitabın son bölümde S. Günay Akarsu hakkında dostlarının yazdıkları da bulunuyor. Tiyatroya Adanmış Bir Yaşam: S. Günay Akarsu, Akarsu’yun tiyatroya olan katkısını günümüze taşıyor. 60’lar ve 70’ler tiyatrosunu merak edenlere özellikle duyurulur.

TİYATROYA ADANMIŞ BİR YAŞAM: S. GÜNAY AKARSU
Mitos-Boyut Yayınları
Düzenleme: Merhaba Gösteri Topluluğu
2009
320 sayfa

14 Aralık 2009 Pazartesi

Günay Akarsu kitabımız Hürriyet gazetesinde:))





13 aralık 2009 Pazar Hürriyet Gazetesi Keyif eki 7. sayfada Serhan Yedig imzasi ile Merhaba Gösteri Topluluğunun hazirladiğı " Toplumcu Tiyatroya Adanmis Bir Yasam S.Gunay AKARSU " adli kitabimizin tanitim yazisi yer aldı.

http://e-gazete.hurriyet.com.tr/Keyif/2009/12/13/1/01/main.aspx



Bu konudaki öteki yazılarıma ulaşmak isterseniz:

http://nicomedian.wordpress.com/2006/05/08/gunay-akarsu-ve-tiyatro/

http://nicomedian.blogspot.com/2009/11/tiyatroya-adanms-bir-yasam.html


Başka linkler:

http://www.tiyatronline.com/ysahnetozu57.htm

http://www.tiyatrom.com/2010_haber_0076.htm

8 Kasım 2009 Pazar

Tiyatroya adanmış bir yaşam



Uzun süredir hocamız Günay Akarsu anısına bir kitap hazırlığındaydık. Geç oldu ama güç olmadı: Nihayet kitabımızı geçen hafta matbaadan taze taze alıp İstanbul Kitap Fuarı'na yetiştirebildik. Bir bahar bayramı sevinci yaşayarak; çünkü yeniden doğmuştu hocamız. İşte bu yüzden kitabı elimizde tuttuğumuz an, papatyalar açtı içimizde. Yüreğimiz pır pır etti, Dündar İncesu'nun dediği gibi yeni doğmuş bir bebeği koklar gibi kokladık.

Bize bu büyük sevinci yaşatan Günay Akarsu kitabının basın duyurusu şöyle:


BİR TİYATRO ADAMININ YAZILARI VE YAŞAMI

S. Günay Akarsu 1959 - 1982 arasında tiyatro eleştirmenliği, tiyatro kitapları ve tiyatro dergisi yayıncılığı, tiyatro öğretmenliği, amatör tiyatro yönetmenliği gibi bir çok alanda ürün veren, tiyatronun seyirci ve siyasa ile ilişkisi üzerine görüşlerini yazan sosyalist bir tiyatro adamı idi. Öğrencileri Akarsu'nun tiyatro etkinlikleri ve yazılarının derlendiği bir kitap hazırladı, Mitos- Boyut Yayınları'nda yayımlandı: "Tiyatroya adanmış bir yaşam: S. Günay Akarsu".

Kitap, Akarsu'nun tiyatro eleştirilerinden seçmeler, farklı gazetelere yazdığı profesyonel ve amatör tiyatroların kültürel ve siyasal etkileri üzerine kendi yazıları yanında, hakkında yazılan yazılar ve kurduğu ve yönettiği İzlem Yayınevi, Oyun (1964 ve 1979) ve Tiyatro 70(1970) dergileri, İzmir (1972) ve İstanbul (1976) Merhaba Gösteri Toplulukları hakkında yazılmış yazılar yer almaktadır.

"Tiyatroya adanmış bir yaşam: S. Günay Akarsu", Akarsu'nun yaşamı ve emeği yanında Türkiye Tiyatrosu'nun 50 yıl öncesine dek uzanan geçmişinden renkler, kesitler taşıyan bir kitap.

"Tiyatroya adanmış bir yaşam: S. Günay Akarsu". Mitos- Boyut Yayınları Tiyatro/ Kültür Dizisi:93

1. Baskı: 2009 Ekim

ISBN : 978 975 7785 34-2

320 sayfa- Fiyatı: 25 TL ( Kdv dahil)

Yayına Hazırlayan:

MERHABA GÖSTERİ TOPLULUĞU

Mustafa SERCAN- Şefika Görgülü KAMÇEZ- Rüksan Doksatlı TUNA- Erdinç ÖZKÖYLÜ- Dündar İNCESU

3 Kasım 2009 Salı

Nedir bu GDO orucu?

Slow Food Fikir Sahibi Damaklar GDO orucunda.

Nedir bu GDO orucu? Nasıl tutulur?

Bunun için yapmamız gereken şey, satın alıp yediklerimize biraz dikkat, özen göstermek, azıcık da buna zaman ayırmak.

Hangi konularda ve nasıl mı?

Bakın ben ne yapıyorum:

Alışverişte aldığım yiyeceklerin etiketini, arkasını okuyorum. İçinde NBŞ (nişasta bazlı şeker,) mısır şurubu, glikoz şurubu ya da soya lesitini olanları almıyorum.
Satıcılardan, "tüketici memnuniyeti temsilcileri"nden içerikleri sorguluyorum.
Marketlerden organik ürün standı talep ediyorum. Böylece tüketici talebi var demelerine yani satıcıya tüketicinin gücünü hissettirmeye çalışıyorum. Tabii ne kadar çok olursak o kadar anlamlı bu. (Bir elin nesi var, iki elin sesi var.)
Köylülerden (köylü pazarı, civar köyler, hatta gidebilirsem Feriköy Organik Pazar’dan -ki bir de Kartal’a açılıyormuş duyduğum kadarıyla) alışveriş ediyorum.
Ev turşusu, reçeli, tarhanası, salçası kullanıyorum. Turşu, reçel, konserve yapmak hiç de zor ya da zaman alıcı işler değil inanın.

Taze sebzeleri mevsiminde kullanıyorum.

Bu sene kendi sebzemi, meyvemi (hatta belli mi olur tavuktan başlayarak hayvansal ürünleri) kendim üretmeyi planlıyorum. Kiralık hobi bahçeleri var balkonu, bahçesi olmayanlar için.

Bunun dışında nerelerde tökezleyeceğime yani orucun kurallarına sadık kalamayacağıma bakıyorum ki o konularda da çözümler var mı, öğreneyim.

***

Bütün bu pratiğin gelip dayandığı (beni düşündüren) bir yer var ki o da organik ve çevre dostu yaşamanın herkes için erişilebilir olup olmadığı. Bence şimdi artık sorunun bu yanına da bakmanın zamanı geldi. Organik gıdaları daha erişilebilir (ucuz ve bol) kılmak, fiyatlarını direrleriyle eşitlemek için neler yapabiliriz; bunu da düşünmeliyiz.

***

Başka (DAHA TEMİZ, ADİL ve İYİ) bir dünya mümkün. Bunu yapmak bizim kuşağın elinde. Bizden sonra ise, artık herşey için çok geç olabilir.



Birkaç okuma önerisi:
ABD Tarım Bakanlığı TBMM üyelerini ikna odasına mı aldı başlıklı yazı

İbretlik: GDO'ya evet diyen biri (Buyrun burdan yakın!)

Bu da Mine Şenocaklı'nın yazısı: Büyük tehlike için birkaç öneri

2 Kasım 2009 Pazartesi

Ne yersek o'yuz...

Dünya dünya olalı beri mısırın püskülüne konan kelebeği, artık 'konmamaya' ikna etmek üzere mısırın genetiğine işlenen bir kimyasal, yıkamakla çıkmaz, biliyorum; çünkü kızımın gözlerinin yeşili gibi, o kimyasal da, tümüyle mısırın kodlarında artık. Üzerinde ya da etrafında değil. İçinde.

Kelebek konarsa mısırın püskülüne ve yumurtalarını bırakırsa eğer, ürünün bir kısmı zarar görür, doğru. Ama, o mısırı kızım yediğinde, içine işlenen, yıkamakla temizleyemeyeceğim, haşladığımda gitmeyecek o kimyasal, kızıma ne yapar... Asıl onu merak ediyorum ben.

Diyorlar ki "üreticisi, eğer, GDO'lu ürünün zarar verdiğini fark ederse, ürününü piyasadan çeker!"
Diyorum ki, "benim kızım denek değil!"

Anneler! 26 Ekim Pazartesi günü 27388 sayılı Resmi Gazete'de sizi, ailenizi, çocuklarınızı çok yakından etkileyecek bir yönetmelik yayımlandı:

Tohumluklar dışındaki genetiği değiştirilmiş organizma ve ürünleri ile bunları içeren gıda ve yem maddeleri hakkında karar verme, işleme, ithalat, ihracat, izleme, tescil, etiketleme, kontrol ve denetim ile ilgili usul ve esasları kapsayan Gıda Ve Yem Amaçlı Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar Ve Ürünlerinin İthalatı, İşlenmesi, İhracatı, Kontrol Ve Denetimine Dair Yönetmelik" !

Şu andan itibaren market raflarına uzanıp da aldığınız herhangi bir ürün, çocukluğunuzda yediğiniz, yemeye alıştığınız gıda olmayacak. Çocuklarımıza "çocukken yediğimiz"i yedirme hakkımız, elimizden alındı. "Yerine koyduğumuz"sa, çocuklarımıza yüksek ihtimal daha fazla sağlık problemi olarak dönecek. Yeni doğanlarımızda daha fazla otizm göreceğiz. Yeni doğanlarımızın daha çoğu yaşamayacak. Çocuklarımızın çocuklarını görebilme ihtimalimiz, annelerimizinkinden daha düşük olacak...

Aldığınız her ürünün etiketini okuyun. Her içeriği sorgulayın. Endüstriyel, hazır, paketlenmiş gıdalardan uzak durun. Organik ürün tercih edin. Sertifikasyon sistemi mükemmel olmasa da, bu ürünler diğerlerinden pahalı görünse de gözünüze, düşünün ki gerçek gıdayı tanımlamanın henüz başka bir yolu yok. Gerçek gıda tüketin. Gerçek gıda tüketmemek çok daha pahalı, unutmayın. Çocuğunuza ne yedirdiğinizi ve neden diğerini yedirmediğinizi anlatın. Anlatın ki, o da kendini koruyabilsin.

Ve unutmayın: bugünün dünyası kazanç odaklı! Cebinizdeki o binbir güçlükle kazandığınız paranın alım gücüne son kuruşuna kadar güvenin. Onu gerçek gıdaya yatırın. Düşünün ki raflardaki onca yapay ürün, onca niteliği düşük gıda siz satın almadığınızda karlılığını yitirecek. Düşünün ki, gıdaymış gibi yapan onlarca kavanoz, kutu ve şişe siz satın almadığınızda üretenlerine birer zarar olarak geri dönecek. Ve hayal edin, bir gün, eğer, çokuluslu şirketler fark ederlerse ki tüketici gerçek gıdaya yöneliyor, kimbilir, belki üretimlerini gözden bile geçirirler.

Gerçek gıdaya eşit erişim hakkı
çocuklarımızın en temel hakkıdır!

Bu yönetmelik bizi kollayan bir yönetmelik değil.
Bu yönetmelik çokuluslu şirketlere toprağımızı, tohumumuzu sömürme yolu açan bir kapı.
Vatandaşını ticaretin, gerçek gıdayı GDO'nun önüne koyan bir yönetim arzuluyoruz.
Biz GDO'lu gıdaların yönetilmesini değil, yasaklanmasını istiyoruz.
Yönetmeliği kaleme alan ve altını imzalayanlara bir çift sözümüz var:
"Oğul sadıklığın bu muydu? Valla kurda yedirdin beni!"

30 Ekim 2009 Cuma

Genetiği değiştirilmiş organizmalar?

Abbas Güçlü'nün Genc Bakis Programinin Ozeti:



Genetiği değiştirilmiş organizmalar yani GDO’lar, bizim için çok yeni kavram. Ama hayatımızın tam içindeler. Yediğimiz içtiğimiz her şeyde onlardan bir şeyler var. Peki yararlı mı zararlı mı? Görüşler o kadar farklı ki domuz gribi aşısı ve ıslak imza konusundaki tartışmalar onun gölgesinde kalır.
Önceki gece Genç Bakış’ta sabaha kadar bu konuyu tartıştık, işte özeti:
Prof. Dr. Kenan Demirkol - İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi öğretim üyesi
- Avusturya’da hayvanlar üzerinde yapılan deneyler sonucu, GDO’lu ürünlerin organ hasarı, karaciğer ve böbrek yetmezliği, kısırlık, erken doğum, düşük gibi rahatsızlıklara yol açtığı kanıtlanmıştır.
- Sanayiye yakın bazı bilim adamları bizi bilime karşı gelmekle suçluyorlar. Ama çalışmalar ortada; insanı yok et, hayvanı yok et, çevreyi yok et, sonra ben bilim yaptım de. Bilim buysa, ben bilim yapmıyorum.
- GDO’lu ürünlerden kim, ne yarar sağlıyor? Toplum daha besleyici, vitamin zengini bir besin mi alıyor? Hayır. Tarım ilacı yemiş oluyor. Verim artışı olmuyor. Dolayısıyla çiftçiye de yarar sağlamıyor. Sadece bunu üreten firma yarar sağlıyor. Durum ortada.
- Dışarıdan bakarak hiçbir şekilde GDO’lu ürünle GDO’suz ürünü ayırt edemezsiniz.
- Beslenmeye dair çarpıcı bir örnek; 1700 yılında İngiltere’de bir kişinin yılda tükettiği şeker miktarı 5 gram iken bugün tam 70 kilo. Yani insan vücudu bu kadar şekeri tüketmeye uygun bir yapıda değil.
- İnsülin gibi bazı ilaçlar genetiği değiştirilmiş bakterilere ürettirilir. Böyle yararları da var. Bunlar aleyhine bir şey söylemiyoruz.

Gürol Ergin - CHP Muğla Milletvekili
- Biz CHP olarak Biyogüvenlik Yasası’nın çıkmasını istiyoruz. Ve bunun Tohumculuk Yasası çıkmadan, çıkması gerektiğini hep söyledik. Aylar önce TBMM’ye GDO’lu ürünler hakkında bir araştırma önergesi verdik. Bu önerge hâlâ Meclis gündemine getirilmedi. Bir şeyler saklanıyor.
Ne gariptir ki; bu yasa çıkmadan, apar topar, asla kabul edilmesi mümkün olamayan bir yönetmelik çıktı. Bu, hükümet adına ayıptır. Bu yönetmeliğin tek amacı GDO’lu ürünlerin Türkiye’ye serbestçe girmesi ve Türk insanının bunları tüketmeye yöneltilmesi.
- Bir süre önce, Tarım Bakanı ve ardından Tarım Bakanlığı müsteşarı, “GDO’lu ürünlere asla izin vermeyeceğiz” dedi. Ve bugün anlaşıldı ki Sayın Bakan da, Sayın Müsteşar da Türk ulusuna yalan söylediler.
- Şu an dünyada açlık var, Türkiye’de de yatağa aç giren insanlar var. Fakat bunu önlemenin çaresi o insanları yarın kendilerinden sonraki kuşaklara nasıl etkisi olacağını bile belirleyemediğimiz bir beslenme biçimiyle beslemek midir? Yoksa herkesin gıdaya ulaşabileceği bir rejimi oluşturmak mı? Dünyanın bugünkü sorunu gıdanın azlığı değil gıdaya ulaşmadaki eşitsizliktir.
- Diyorlar ki bu ürünleri bebeklere yedirmiyoruz. Ama o bebeği doğuracak, doğduktan sonra emzirecek anneye yediriyorlar. Burada müthiş bir paradoks var.
Gökhan Günaydın - Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı
- Türkiye’ye 1998 yılından bu yana her yıl milyonlarca ton genetiği değiştirilmiş ürün giriyor. Geçen güne kadar bu konuda hiçbir düzenleme yoktu, soran da yoktu. Her yıl en az 2 milyon ton soya, 2 milyon ton mısır ülkeye rahatça giriyordu.
- Şimdi GDO’lu ürünlerin ekimine de izin veren yasa tasarısı taslağını Bakanlar Kurulu’ndan geri çektiler, yerine ekime izin vermeyen bir yönetmelik çıkardılar. Ekimine zaten Türkiye’nin ihtiyacı yok, yenilmesine de izin verilmemeli.
- Şu anda yaş sebze tohumunun yüzde 88’ninde dışa bağlıyız. Sertifikalı hububat tohumunun ise ancak yüzde 25’ini kendimiz karşılayabiliyoruz. Bu asla kendiliğinden olmadı. Eğer siz araştırma enstitülerini tasfiye eder, bütçelemezseniz, teknik elemanları desteklemez, tarım işletmelerini bozup üzerine otel yaparsanız, Türkiye’nin tohumculuk deneyimi ortadan kaybolur.
- Türkiye bir gen cenneti. 13 bin bitki türü yaşıyor bu ülkede. Koskoca Avrupa kıtasında bizden daha az bitki türü var. Ve biz bu cennetin üzerinde yaşayan insanlar, tohumda dışa bağımlıyız.
- Türkiye’de tüketici sofrasına ulaşan 800’den fazla üründe GDO’lu gıda olduğu hem ulusal hem de uluslararası laboratuvarlarda kanıtlandı.
Prof. Dr. Selim Çetiner - Sabancı Üniversitesi Mühendislik ve Doğa Bilimleri Fakültesi öğretim üyesi
- Televizyonlarda yayımlananları izleyince ben de GDO’ya hayır diyorum. Ama tüm o bilgiler sansasyonel. Dünyada çok önemli oranda GDO’lu tarım yapıyor. Bir ekonomik yararı olmasa yapmazlardı herhalde.
- Yaptığım bir araştırma sonucu Türkiye’nin her yerinden toplanan 51 hayvan yeminden 50’sinde genetiği değiştirilmiş soya çıktı. Bunlar Avrupa Birliği’nin ithal ettiği soyalarla aynı. Yani AB de Türkiye’nin ithal ettiği soyaları ithal ediyor. AB diyor ki biz bu yemlerin ithalatını engelleyecek olursak bizim hayvancılığımız çöker, yurtdışından ithal etmek zorunda kalırız. Yani Avrupa Birliği’nde ithal edilmiyor diye bir şey yok.
- Bilimsel verilere dayalı olarak, risk analizleri yapılsın, insan sağlığı ve çevre üzerindeki etkileri araştırılsın, yasal çerçevesi çizilsin, ondan sonra bundan ekonomik ve verimsel katkı sağlayacağını düşünen çiftçi eker, düşünmeyen ekmez. Üzerine de etiketini koyarsınız, isteyen alır, isteyen almaz.
Prof. Dr. Sabahattin Özcan - Ankara Üniversitesi Tarla Bitkileri Bölüm Başkanı
- Bitkilere aktarılan bir genle, bitki, zararları böcekleri öldüren bir zehir üretiyor. Böcek bu zehiri yediği zaman ölüyor ve bitki kendi kendisini korumuş oluyor.
Tabii ki biz de yemiş oluyoruz fakat yapılan araştırmalarda bu zehrin hayvanlar, insanlar ve yararlı böceklere zararının olmadığı görülüyor.
Zararlı olduğunu gösteren bulgular da var ama bu bulgular kendi içinde çelişkili.
- Eğer insan ve hayvan sağlığı için riskleri varsa sonuna kadar araştırılsın, olmadığına kanaat getirilirse, bu ürünleri üretelim ve kullanalım.
- Bu ürünler dünyada 125 milyon hektarlık alanda üretiliyor, 7’si Avrupa ülkesi olmak üzere 25 ülke bu bitkileri üretiyor, 54 ülke de tüketiyor. Avrupa Birliği’nde ise üretim çok az, 125 milyon hektarın 107 bini Avrupa’da. Üretmiyorlar ama tüketiyorlar. Yıllık 30 milyon ton soya tüketimleri var.
- Biz ne yapıyoruz, çiftçimiz üretmesin ama ithal edilsin diyoruz. Bu çok saçma.
- Yanlış kullanıldığı zaman biyolojik savaş silahı olarak da kullanılabilir.
Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nde gerçekleştirilen programın videosunu abbasguclu.com.tr’den izleyebilirsiniz.
Özetin özeti: Bu konuda da uyutuluyoruz!..

11 Eylül 2009 Cuma

Tarihte Türk Macar ilişkileri





(Radikal Kitap 11 Eylül 2009)



Bir sergi, bir kitap: ‘Türk-Macar Tarihi İlişkilerinden Kesitler’


Şefika G. Kamcez

................


Geçtiğimiz aylarda Dolmabahçe Sarayı’nı ziyaret edenleri burada bir sürpriz bekliyordu. Türk-Macar Tarihi İlişkilerinden Kesitler adını taşıyan derli toplu ve başarılı bir sergiyle, aynı adlı bir kitap.
Kitapta temel olarak Camlı Köşk’te 2 Mayıs-5 Temmuz 2009 arasında açık kalan sergide yer alan unsurlar, Türk Macar ilişkileri fonunda, sondan başa doğru bir zamandizinsel sıra ile anlatılıyor. Böylece tarih boyunca Türk Macar ilişkilerini, tarihi ya da sanatsal değeri olan objelere bakarak görsel bir zenginlik içinde okumak olanağı doğuyor. Yani siyasi tarihe paralel olarak sanat tarihi de gözler önüne seriliyor.
Bilindiği gibi Macarlar ve Türkler’in (bin yıllık eski tarih bir yana bırakılırsa) tanışıklığı Mohaç Savaşı’ndan sonra Osmanlıların Macaristan’a yerleşmesiyle başladı. Daha sonra çeşitli dönemlerde, Osmanlılar Macar ulusal kahramanlarına kucak açtılar. Kitap boyunca sezdirildiği gibi Türk-Macar ilişkileri bütün bu dönemler boyunca hep bir dostluk havasında geçti.
Kitap günümüzdeki Budapeşte Lóránd Eötvös Üniversitesi’ndeki Türkoloji bölümünün kuruluşuyla başlıyor. Avrupa’da Slav, Latin ve Germenler arasında sıkışmış olan Macarlar öteden beri kendi kökenlerini araştırmaya önem vermişlerdir. Bu çalışmaların sonuçlarından biri olarak, dünyada ilk Türkoloji bölümü 1870’de Budapeşte Üniversitesi’nde bir disiplin haline gelmişti.
İkinci bölümde Atatürk döneminde Macaristan’ın Türk inkılâbına bakışı ve heyecanla karşılayışı ele alınıyor. Daha sonra biraz daha geriye gidilerek, 1848-1849 Macar özgürlük savaşçılarından Polonyalı general Bem’in (Murat Paşa) Rus ordusuna yenilip Osmanlı Devleti’ne iltica ettikten sonraki yaşamı ele alınıyor. Osmanlılar tarihte birçok kez olduğu gibi yine bir Macar özgürlük savaşçısına, Murat Paşa’ya da kucak açmışlardı.
Sergide orijinali görülebilen ve Sultan Abdülhamid’e Macaristan’dan gönderilen armağan sandığın mahiyeti bol fotoğraflı olarak anlatılıyor. Macar halk sanatında önemli yeri olan ahşap boyamacılık örneği bu av sandığının içi de çeşitli sanat ürünleriyle doludur.
Osmanlıların 16. yy.’da fethettiği ve marşlara, şarkılara ilham olmuş Estergon Kalesi’nin sancağına da kitapta yer veriliyor. 16. yüzyıldan kalma, artık parlaklığını oldukça yitirmiş olmakla birlikte, canlı kırmızı renkte olduğu anlaşılan bu sancak 3.20 metre boyunda ve ipek dokuma.
Avusturya-Macaristan imparatorunun İstanbul’u 1. Dünya Savaşı yıllarında (1918) ziyareti ayrı bir başlık oluşturuyor. Kitapta anlatılan belgelerde bu ziyaretle ilgili karşılama töreninden yenen yemeklere kadar birçok bilgiyi bulmak mümkün.
1.Dünya Savaşı dönemiyle ilgili olarak, İttifak Devletleri’ni ifade etmek üzere yapılmış çekmeceli ahşap kutu ve anı albümü, hem sergide hem kitapta önemli bir yer tutuyor. Dönemin sanat anlayışını da ortaya koyan bu kutu, padişah V. Mehmet Reşat’a armağan olarak sunulmuştu. Dolmabahçe sarayı içindeki Abdülmecit Efendi Kütüphanesi’nde yer almaktadır. Bilindiği gibi hem Osmanlılar hem de Macarlar İttifak Devletleri arasında yer alıyordu.
Daha sonra 93 Harbi olarak bilinen savaşın öncesinde Macarların Türklere verdiği destek anlatılıyor. Bu kapsamda Dr. Béla Erődi’nin18 Kasım 1876 tarihinde Macar Muharrirleri Cemiyeti’nde yaptığı konuşmaya değiniliyor.
Elbette ünlü Macar besteci Béla Bartók’un Anadolu’daki türkü derlemeleri ile Türk ve Macar müzikleri arasındaki kimi melodik benzerlikler de kitapta önemli bölümlerden birini oluşturuyor. Bartok 1936’da Adnan Saygun’un davetlisi olarak Anadolu’yu gezmiş, incelediği 90 ezgiden 20’sinin Macar müziklerine çok benzediğini bulmuştu.
Bu kitapla daha önce Türk Macar Dostluk Derneği’nin yayınladığını gördüğümüz Türkçe-Macarca çift dilli kitaplara bir yenisi eklenmiş oluyor. Macaristan’la ticari ilişkisi nedeniyle Macarca öğrenmeye çalışan bir arkadaşım en büyük yararı çift dilli kitaplardan gördüğünü söylemişti. Zira, ders aldığı kişinin öğrettiği Macarca standart Macarca olmadığından, başına birkaç tatsız ve komik olay gelmiş Macaristan’da.
Ancak ben kendi adıma Macarca bilmediğim için kitabın Macarca bölümleri hakkında bir fikir edinemediğimi belirtmeliyim. Ancak en azından Türkçe bölümlerinin büyük bir bilimsel titizlikle hazırlandığını söyleyebilirim. Bu bol resimli ve temiz baskılı kitap, konuya ilgi duyanlar ve sergiyi kaçıranlar için biçilmiş kaftan.

....................................


Türk - Macar Tarihi İlişkilerinden Kesitler:
Fejezetek A Török - Magyar Kapcsolatok Törteneteböl

TBMM Milli Saraylar Yayınları
Hazırlayan: T. Cengiz Göncü
İstanbul 2009, 20x27.5 cm, 303 sayfa

6 Temmuz 2009 Pazartesi

BOMBA YER MİSİNİZ?

Kimyasallarla ve genetik müdahalelerle bombaya dönüşen besinleri insanlar para vererek alıyor, yiyor, çocuklarına yediriyor. Hayatı her geçen gün daha yaşanmaz hale getiren şirketler ve iktidarlar, genetiği değiştirilmiş gıdalarla doğaya tecavüz ederek özürlü bir gelecek yaratıyor.

Mesud Ata / yeniHarman

Medeniyetin doruğuna doğru koşar adımlarla ilerliyoruz. İlerleme, modernleşme diyerek yücelttiğimiz ne varsa bizi alaşağı ediyor. Modern insan, kendi eliyle yaptığıyla keyiflenip doğaya kafa tutmakla övünürken, damarlarından tüm vücuduna yayılan, iliklerine işleyen yapay tatlandırıcılar ve keyif yapıcılarla kafası güzel bir çağın tadını çıkarıyor. Yeni nesil gerçek domatesin, gerçek elmanın tadının, kokusunun nasıl bir şey olduğunu bilmiyor. Hormonlu yiyeceklerle, genleriyle oynanmış besinlerle açlığını gideren çürük bir nesil yetişiyor.

Köylü, şehrin ışıltısıyla hipnotize edilip, köylerdeki yıldızlardan ay ışığından kopartılarak metropol denen kanalizasyona getiriliyor, ciğerine çektiği kesif kokuyla afallasa da zaman içinde şehrin üzerinde yükseldiği leş kokularına alışarak şehirli oluyor. Köylüler ihtiyaçlarını şehre inip alıyor, tarım çiftçinin değil büyük şirketlerin, makinelerin hükmü altında. Çiftçiler, daha evvel “organik sebze” denildiği zaman şaşkın şaşkın bakarken artık saf toprak, su, tohum bulamaz oldu. Kimyasal gübreler, ilaçlar, hormonlar kocaman sorun iken genetiği değiştirilmiş gıdaların çağı da başlamış oldu. Çiftçi kendi tohumunu çıkaramaz olmuş, genetik yapısından dolayı ikinci kez kullanılamayacak ya da kullanım hakkı patentlenmiş tohumları ekiyor. Kendi tohumunu biriktirip bir sonraki sene kullanamayan çiftçi, üretici kimliğini yitirmiş durumda. Her şey gıda tekellerinin, makinelerin kontrolüne giriyor.


Akrep genli domates

Genetiğiyle oynanmış gıdaların adını bir süredir daha sık duyar olduk. Genetiği Değiştirilmiş Organizma (GDO), biyoteknoloji ile farklı organizmaların genlerinin evlendirilmesiyle ortaya çıkan yeni ürüne verilen isim. Amaç, istenilen tatta, kokuda, şekilde, renkte vs. dayanıklı, “kaliteli” ürün elde etmek. Soğuğa dayanıklı bir domates elde etmek için domatese köpekbalığı geni transfer edilirken, ürünü zararlılardan korumak için akrep geni naklediliyor. Sebze ve meyvelere nakledilen genler arasında “ihtiyaca göre” domuz geni ve insan geni de bulunabiliyor.

GDO katklı maddeler, GDO bazlı gıdalar hayatımızda uzun süredir var. Bunlarla ilgili sorun devam diyorken, insanlar uzun yıllardır neredeyse her gün GDO katkılı ürünleri tüketirken artık doğadan alıp doğal diye tüketebileceği ürün bulamayacak duruma geliniyor. Buğday, pirinç, mısır, ayçiçeği, şeker pancarı, patates, ıspanak, soğan, sarımsak, karpuz ve elma gibi doğal diye uzandığımız ürünler genetiği değiştirilmiş tohumlardan elde ediliyor.

Daha kaliteli olacağı iddia edilen GDO’lar devasa bir tehlike. Daha şimdiden kansere, kısırlığa, alerjiye, bağışıklık sisteminin zayıflamasına yol açtığı tartışmaları sürerken, genetik değişim gibi, etkileri uzun bir sürenin ardından görülebilecek, şimdiden tespit edilmesi mümkün olmayan muhtemel çarpıklıkları düşünmek ürkütüyor. Farklı genler biraraya gelerek bambaşka özellikler kazanabilecek; bu ise GDO’ların, doğada etkileşim halinde olduğu diğer bitkilerde ve o ürünleri tüketen insan ve hayvanlarda farklı tuhaflıklar yaratabilecek. Zaman içinde insan, hayvan ve bitkilerin soy kütüğüne işlenerek nesilden nesile aktarılacak.


‘Islah’ adına bozgunculuk

2006’da Meclis’ten geçen Tohumculuk Yasası ile tohum üretimi yurtdışından çeşitli şirketlere teslim edilerek, çiftçilerin inisiyatifi ortadan kaldırılmış, tohumların büyük tohum tekellerinin eline geçmesine neden olmuş ve genetiği değiştirilmiş tohumların önünü iyice açmıştı. Bu yasayla çiftçilerin kendi arasında tohum paylaşması engellenerek, çiftçilerin kendi bölgelerinin dokusuna uygun, kaliteli ve verimli tohum kullanmalarının önü iyice kapatılmıştı.

GDO’ların önünü açan yasanın ardından, bu yıl Mayıs ayında Milletvekillerinden ve Tübitak temsilcilerinden oluşan bir grup ABD’ye “GDO ve tohum gezisi” olarak tanımlanan bir görüşmeye gitmişti. Bu görüşme Sağlık ve Gıda Güvenliği Hareketi’nden Kemal Özer tarafından “genetiği değiştirilen ürünlerin Türkiye'de satılmasının yasallaştırılmasına yönelik ikna gezisi” olarak yorumlanmıştı.

ABD’nin başını çektiği GDO üretiminin tüm dünyaya yayılması için çaba harcanıyor. Yaygınlaştırma politikası GDO’nun daha kaliteli ve daha ucuz gıda üretimi için gerekli olduğu söylemi üzerine inşa ediliyor. Kimi Avrupa ülkelerinin de içinde bulunduğu pek çok ülke GDO’ya hayır, diyor. Türkiye heyetinin ABD gezisi sıralarında İskoçya Çevre Bakanı da “Biz, GDO karşıtı diğer tüm uluslarla omuz omuza durmaya ve insanlarımız istediği için mücadele etmeye hazırız” diye açıklama yapmıştı.

Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, geçtiğimiz ay Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nı adının Tarım ve Gıda Bakanlığı olarak değiştirileceğini bildirerek çeşitli açıklamalarda bulundu. Bu açıklamalar arasında GDO da vardı. Çiçek, açıklamasında “Genetiği değiştirilmiş bitkilerin izinsiz kullanımı, biyolojik çeşitlilik merkezleri ve organik tarım yapılan alanlara yakın üretimlerle bebek mamaları ve küçük çocuk ek besinlerinde özel amaçla geliştirilenler hariç kullanımı yasaklanmıştır. Dolayısıyla bu alandaki bir başıboşluk, düzensizlik ortadan kaldırılmış olacaktır.” diyordu. Oysa başıboşluğun ve düzensizliğin kaynağının GDO’ların bizzat kendisiydi. GDO’lar küçük çocuk besinlerinde kullanılmasa dahi çocuklarını emziren anneden çocuğa geçebilecek, hayvan yemi olarak kullanılmaları takdirde hayvanlara ve dolayısıyla hayvan ürünlerinden yine insanlara geçecek, böcekler aracılığıyla tozlanmayla diğer tarım alanlarına taşınacak.

Muhafazakar kafalar, canlıların geleceğini tehlikeye sokan, suyu, yiyeceği, havayı kendi tekelleri altına almaya çalışan girişimlere karşı olan hareketleri “solcu ve anarşist zırvaları” diye nitelerken, meselelerin sağlamasını kendi inançlarıyla yaparlarsa yine aynı sonuca ulaşacakları bilincinde değiller. İnançları, kitapları para endeksli olduğundan tanrısal emirlerini tuhaf bir biçimde okuyan ve kitabi emirlerden anlamak istediklerini anlayanlar ciddi bir çelişkinin ağına düşmüş durumdalar. Sadece gıda da değil pek çok alanda “ıslah” adına bozgunculuk yapanlar, kendilerine saf bir şekilde verilmiş olanı bozup kendi elleriyle hastalıklı bir şey yaratmaya girişiyorlar.

Monsanto: Yaşamı patenleyen şirket

GDO meselesinin diğer boyutu da tekelleşme. GDO üreticisi birkaç biyoteknoloji şirketi kendi icatları olan tohumların piyasasını ellerinde tutuyor. Şimdilik kullanım alanını genişletmek için ucuza tohum satan bu şirketler tekeliyetlerine dayanarak fiyatları arttırıyor. Şirketler, patentledikleri tohumlar için özel olarak ürettikleri zirai ilaçları da pazarlayacak; “terminatör geni” taşıyan kısır tohumları bir sonraki sene de üreticilere satarak karlarına kar katıyor olacak.

Bugün Avrupa ve dünya tohum piyasasını elegeçirmeye çalışan başlıca şirketlerin isimleri Monsanto, DuPont ve Syngenta. Bu şirketlerden Monsanto bu pazarın çok büyük bir dilimini elinde tutuyor. Monsanto’nun “üçüncü dünya ülkeleri”ndeki çalışmalarını gözlemleyen Dr. Aydın Salih, çiftçileri kısır, ikinci sefer ürün veremayacek tohumlarla kendisine bağımlı hale getiren şirketin tepkile üzerine “terminatör geni”ni geri çekmiş ve onun yerine modifiye edilmiş farklı bir genle tohum üretmiş. Dr. Salih Aydın’ın şirketin hilesini şöyle anlatıyor: “Terminatör geninin yerine ‘Traitor (Hain) Geni’ gelmişti. Bu tohumlar bir sonraki hasat için tohum olarak kullanılabiliyordu, ancak iş meyve vermeye gelince değişiyordu. Bu sefer de bu tohumlardan ürün elde edebilmek için sadece Monsanto tarafından üretilen ve bu bitkileri stimüle eden özel kimyasal bileşimin kullanılması gerekiyordu. Böylece şirkete olan tarımsal bağımlılık eskisi gibi devam ediyordu.”

Biyolog Salih Aydın’ın 2006 yılında Haber Ajanda Dergisi’yle paylaştığı tecrübeleri Monsanto’nun ve diğer kapitalist şirketlerin nasıl bir ruha sahip olduğu konusunda bizi bir kez daha hayretlere düşürüyor: “Oldukça geniş bölgelere dağıldıktan sonra, Monsanto gibi şirketler, ürün fiyatlarını bir anda on katına yükseltiyor, çiftçilere topraklarını ipotek etmeleri karşılığında tohum satın alabilmeleri için kredi teklif etmeye başlıyor. Bir süre sonra da o toprakları aracı firmaları kullanarak, satın alıyor. Tüm bunların yanında Monsanto toprak kiralayabiliyor ya da çiftçilerin kendi tohumlarını kullanmalarını sağlayabiliyor. Tüm bu sürecin sonunda, ki bu süreç yaklaşık 7-8 yıldır, binlerce dönüm tarım alanı Monsanto’nun eline geçiyor. Bir taraftan çiftçilerin topraktan uzaklaştırılması gerçekleşiyorken, diğer bir taraftan da geleneksel tarım yok ediliyor ve doğal tohumlar laboratuardan çıkmış GM tohumları ile değişiyor. Sonuçta Monsanto koca devletlere kendi sözünü geçirir hale geliyor, bu durumda da gıda pazarının bağımsızlığı söz konusu bile olmuyor. Bu haldeki bir ülke yönetimi, Monsanto’nun aleyhine bir adım attığı takdirde de kolaylıkla ülke çapında kıtlıkla karşı karşıya kalabilir. Bugün Latin Amerika ülkeleri GM ürünlerinin doğal tarımsal kültürlerini yok etmesi sorunu ile ciddi bir şekilde karşı karşıya kalmış durumda. Nebraska Üniversitesi’ndeki bilim adamlarının yaptığı tespitlere göre, Monsanto’nun ürettiği ‘GM Round Up’ soyasının verimliliği, doğal soya bitkisinden yüzde 11 daha az ve GM soya bitkisi için hektar başına kullanılan gübre miktarı normal soya için kullanılandan 2-5 kat daha fazla’ Bir ilginç nokta daha’ Monsanto firmasının merkez ofisinin yemekhanesinde asılı olan tabela dikkat çekici: ‘Menümüz transgenik komponentler içermemektedir’

Bomba değil yiyecek!

“Food Not Bombs” (Bomba değil yiyecek) dünyanın pek çok yerine yayılmış bir organizasyon, bir slogan. Türkiye’de bir grup anarşistin de bu isimle gerçekleştirdiği eylemlerde militarizme ve kapitalizme karşı dayanışma mesajı veriliyor. Devletler ve şirketler, savaşa yatırım yaparak insanların üzerine bombalar yağdırmanın yanı sıra artık insanların para vererek evine bomba götürmesi, bomba yemesi için çalışıyor. Kimyasallarla ve genetik müdahalelerle bombaya dönüşen besinleri insanlar para vererek alıyor, yiyor, çocuklarına yediriyor. Kimi Afrika ülkeleri bile açlık sorununa rağmen “GDO’ya hayır” diyor. Geri bırakılmış ülkelere gönderilen bombalardan sonra yollanan gıda yardımları bile bomba niteliğinde artık. Militarizme karşı ortaya çıkan “bomba değil yiyecek” sloganı da artık sadece devletlerin şiddet terörüne karşı değil gıda terörüne karşı da mesaj veren bir slogan.

Zaman ayarlı bir bomba olan GDO meselesi, insan klonlama ile ilgili tartışmalarda kullanılan “gen-etik” tanımının, tüm genetik çalışmaları, biyoteknolojiyi hatta teknolojinin bizzat kendisinin sorgulanmasında da kullanılması gerektiğini hatırlatıyor. İnsanlara vaat edilen parıltılı modern dünyanın nimetleri siyanür enjekte edilmiş yasak elmalardan başka bir şey değil. Hastalıkları tedavi edebilmek umuduyla geliştirilen teknolojinin bizzat kendisi hastalık sebebi. Yıllar evvel adını duymadığımız, ne olduğunu bilmediğimiz hastalıklarla pençeleşiyoruz. İnsanın gen haritası çıkarıldı, müjdeleri bu geni yavaş yavaş çürütecek yeni projelerin habercisi.

İnsanın yeryüzünde oynadığı tanrıcılık oyunu, onu her geçen gün daha zayıf daha çürük bir yaratığa dönüştürüyor. Kutsal kitaplarının ayetlerini tersten okuyarak ya da bilimi din edinerek kendisini dünyanın merkezine koyan insan, kendisine biçilen “dünyanın en şerefli varlığı” kimliğinden uzak, tiksinti verici bir kimliğe bürünmüş durumda.

27 Haziran 2009 Cumartesi

İzmir: Renkli, Türkçe, sinemaskop



ÇOCUKLUK



Affan Dede'ye para saydım,
Sattı bana çocukluğumu.
Artık ne yaşım var, ne adım;
Bilmiyorum kim olduğumu.
Hiçbir şey sorulmasın benden;
Haberim yok olan bitenden.


Bu bahar havası, bu bahçe;
Havuzda su şırıl şırıldır.
Uçurtmam bulutlardan yüce,
Zıpzıplarım pırıl pırıldır.
Ne güzel dönüyor çemberim;
Hiç bitmese horoz şekerim!

- Cahit Sıtkı TARANCI



(Şefika G. Kamcez, Radikal gazetesi kitap eki, 26.6.2009)



Kimi şehirlerin içinden tren geçer, kimilerinin öykü. İzmir içinden öykü geçen, sevgilisi edebiyat olan şehirlerin başında gelir.

Öykülü şehir İzmir’i İzmirli Öyküler kitabından okumak istediğinizde masmavi kapağında harika bir yaz fotoğrafı karşılıyor sizi: Buğulu sarı rengiyle Pasaport iskelesi, kırmızı çiçekler, denizle iç içe yaşamı İzmir’in. Satırlar arasında dolaşmaya başladığınızda ise, İzmir’in yaz sıcağından kaçıp Güzelbahçe’de denize giriyor, Mithat Paşa Endüstri Meslek Lisesi’nin sıralarında oturup, Varyant’ı dolanıyor, Hatay Sineması’nda kaçak film izliyorsunuz. Yalı Caddesi’nin çatı katlarında “imbatın dalgalandırdığı tül perde” yüzünüzü okşuyor. “Üşüyoruz kollarınla sarar mısın İzmir?” derseniz, kucaklıyor sizi İzmir.

Muzaffer İzgü, İnci Aral, Feyza Hepçilingirler, Canan Tan, Hasan Özkılıç, Osman Şahin, Sadık Yemni, Sadık Aslankara, Şükran Yücel gibi tam yirmi usta yazardan özgün öyküler yer alıyor bu kitapta… Hepsinin İzmir’de sizi götüreceği farklı yerler, her öyküde mevsim mevsim, yıl yıl İzmir var. Bu İzmir’i mekan tutmuş leziz öykülerde bakış açıları farklı yirmi yazarın anlattığı çeşit çeşit haller var. Aşk, ayrılık, ihanet ve yalnızlık, dostluk, acı, kıskançlık ve öfke ve neyse ki kavuşma ve sevinç. Kimilerinde derin bir mizah, ötekilerde çocukluğa, ilk gençliğe, eski sevgiliye özlem var… Her kesimden kişiler: Kundura işçisi, tornacı, kalfa, travesti, şef garson, öğretmen, memur, şoför, emekli, hükümet konağında çalışan büyükbaba, Rum büyükanne, reklamcı... Kimi zaman da Nefesçi gibi fantastik kişiler... Her öyküde farklı bir dil işçiliği, farklı kurgu teknikleri, diyaloglar, iç konuşmalar ve apayrı bir öykü tadı... Bütün bunlar bu kitabı zengin bir öykü şölenine dönüştürüyor. İsterseniz olaya, isterseniz düşünceye yaslanan, kiminin sürprizli sonu olan öykülerin tadına varmak kalıyor size.

İnci Aral Kral Suudi öyküsünde bir minibüs yolculuğundaki iç konuşmalardan şaşırtıcı güzellikte bir öykü çıkarıyor. Yeni tayin olduğu okula giderken okulla ilgili beklentilerinin umutla umutsuzluk arasında gidip geldiğini anlıyoruz. Öykünün sonu umuda dönük: “Hem dur bakalım, görmeden etmeden...” (s.79)

Şükran Yücel Beşinci Basamak adlı sokağa pek salınmayan kız çocuğunu anlattığı öyküsünde “Beynimizin neyi ayıklayıp neyi sakladığını bilemeyiz. Affan Dede’ye para saymadım, çocukluğumu satmadı bana. Satsa da almazdım zaten. O zihnimin gölgeleri arasında bir oyun oynayıp bana göründü,” diyor. Bu öyküyü okurken çocukluğun fısıltıları geliyor kulağınıza.

Sadık Aslankara’nın babasızlıktan üşüyen kahramanı, baba öğüdünü kulağına küpe yapıyor: “Bak oğlum, girip çıkılabilecek kapı, sanıldığı kadar çok değildir hayatta!” (s.125)

Muzaffer İzgü İzmirli Ferhat’la Şirin’in mizahi aşk öyküsünü anlatıyor. Günümüzün bir türlü baş başa kalacak park bulamayan kentli Ferhat’la Şirin’lerinin sevdasının önünde Mehmene Banu gibi kötü bir kadın yok ama yörenin insanı var, parkta simit satan bir dayı var.

Osman Şahin İzmir Bekir adında bir destan kahramanını dile getiriyor.

Mehmet Atilla İzmir’in o ünlü fili Pak Bahadır’ı anlatırken ‘Duvarların ve parmaklıkların ısrarı her yerde aynıdır,’ diyor. İçerde ve dışarıda… Cezaevinde ve hayvanat bahçesinde…

Raşel Rakella Asal İzmir’in hareketsiz, ılık güzünde geçen bir aşk öyküsü anlatıyor. Boğucu yazı, yapış yapış sıcakları gelince bu kentin, günlerin Güzelbahçe’de denizde geçtiğini, yazlıkta olmayanların imdadına ise Kordonboyu’ndaki imbatın yetiştiğini öğreniyoruz.

Sadık Yemni, müthiş bir bilimkurgu öyküsü sunuyor okura. Amsterdam’da kaleme alınmış İzmir’li Ziya Nefesçil’in öyküsü bu. Ziya Nefesçil insanın içinden kutsal nefesin çıkıp gittiğini, geriye toprak ve çamurdan yapılma beden kaldığını düşünüyor. Kahramanımıza göre “Yeryüzünde kutsal nefesten azade, yürekleri kapkara çamurdan yapılma firavunlar hüküm sürmekte artık.” (s.119)

Hülya Soyşekerci çok eski bir çocukluk buluyor Kemeraltı’da, “yapayalnızlıktan incelen saydamlaşan” yüreğin Kemeraltı sevdasında, “çınarın gölgesinde, taş yapılarda, tarihi hanlarda, sebilin şırıltısında...”

Yirmi yazarın her biri kendi öyküsünde geçmişi ve bugünüyle İzmir’i semt semt kuşatıp teslim alıyor. Üzerine bunca güzel öykü yazılmış İzmir’i bu yazarların dilinden okuyup da sevmemek, olanaksız.

Günler ah! ederek iskambil kartları gibi devrilirken üst üste, bir gün aradan bir kart çektiniz de İzmir mi çıktı? “Yürekleri kapkara çamurdan yapılma firavunların hüküm sürdüğü” bu dünyada nihayet soluk alabildiğinizi hissedip mutlu olabilirsiniz.

……….

‘İzmirli Öyküler’

Hazırlayanlar: Hülya Soyşekerci, Ferda İzbudak Akıncı
Şenocak Yayınları 2009, 147 sayfa, 8 TL.

**

3 Haziran 2009 Çarşamba

Dünya Satılık Değildir

Tohum, toprak ve Bove


Artık köy işleri bakanlığımız olmayacakmış. Tarım ve hayvancılığı da İsrail yapsın bundan böyle bu topraklardaJ Topraksız tarım yapmaktan bıkmıştır garibanlar. Biraz toprak yardımında bulunalım; bizde çok nasıl olsa.

Biz köylüden, köyden, topraktan nefret edip kurtulmaya çalışırken elin Fransa’sında köylü isyanı çıkıyor. Tarım için kıyametler kopuyor ileri sanayi ülkelerinde.

Hatta Fransızların köylü önderi bile var: Jose Bove. Bu adam genetiğiyle oynanmış diye koca mısır tarlalarını söküyor. Öyle ki yaptığı açlık greviyle Fransa’da genetiği değiştirilmiş mısır ekimini durdurmuş. (http://www.milliyet.com.tr/2008/01/13/yasam/axyas01.html)

Fransa’da bir McDonalds’ı tarım araçlarıyla yıktığı için kırk dört gün hapis yatmış bu Bove. Gerekçesi McDonalds'ın hormonlu sığır eti kullanması... Hapis yatmış adam ama AB de hormonlu sığır eti ithalatını durdurmuş. ABD'nin AB'ye misillemesi gecikmemiş elbette. O da Fransa'dan Rokfor ithalatına kısıtlama getirmiş. Evet bildiniz, Bove, Rokfor peyniri imalatıyla uğraşıyor:)))

Boş kalan zamanında bizim Bergama köylülerinin altın madenine karşı direnişine destek de vermiş kendisi.


Bove... Asterisk’e mi benziyor ne!


Peki biz ne yapıyoruz bu arada? Biz AB mevzuatına uyum sağlayacağız deyip yarım yamalak bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. AB yasalarını kopya ediyoruz. Üstelik kendimize uydurmayı ayıp sanıyoruz. Oysa AB ülkeleri bu yasaları çıkarırken ince eleyip sık dokuyorlar. Gerekirse Fransa örneğinde olduğu gibi genetiği değiştirilmiş (GDO) mısır ekimini rafa kaldırıyorlar. GDO’lu ürünlere özellikle dikkat ediyor, kullanıldığı her yerde bunun belirtilmesini mecbur tutuyorlar. Çıkardıkları yasalara sayısız çekince ve ön koşul ekliyorlar. Peki ya biz?

Bizse sesini zaten duyuramayan bir kesim olan köylüyü itip kakmayı marifet sanıyoruz. Peki AB’ye uyacağız diyerek sessiz sedasız çıkarılan tohum yasasının ne getirip ne götürdüğünü kaç kişi biliyor? Ankara’ya göre ‘artık sokakta tohum satılmayacak’mış. Tohumları sokakta satmayınca, sokakları temiz tutunca iş bitiyor demek ki. Oysa o tohum yasası yediden yetmişi hepimizi ilgilendirmekle kalsa iyi; bütün gelecek kuşaklarımızı da etkileyecek önemde. 2011'den itibaren kayıt altına alınmamış tohumluklarını satan köylüler, ağır para cezasına çarptırılacak ve el konulan ürünler imha edilecek. Böylece Anadolu'nun zengin türleri* doğallığını yitirecek. Geriye sadece ‘kayıtlı’ tohumlar kalacak. Bu gidişe “dur” demek gelecek kuşaklara karşı en büyük sorumluluğumuz. Peki bunun ne gibi vahim sonuçları olacağını neden tartışmıyoruz? GDO’lu tohumların doğaya nasıl zarar vereceğini neden konuşmuyoruz?

Tohum Yasası’ndan sonra bir de Biyogüvenlik Yasası var Ankara gündeminde. Adı üstünde biyolojik güvenliğimizle ilgili. Peki hani ulusal basında haberi? Bizim adımıza neye karar verildi biliyor musunuz? Acaba büyük gazetelerde manşet, ana haber kanallarında birinci haber olmaya değmez miydi bu yasa?

Adamlar Norveç’te buzlu toprakların derinliğinde uluslararası tohum bankası kuruyorlar. (Bakınız: http://www.bugday.org/article.php?ID=2890 ve www.gidahareketi.org ) Kim, neden kuruyor, dertleri nedir acaba? Bu tohum bankasını kuranların arasında GDO’lu tohum üretimi devlerinin** olması bir rastlantı mıdır? Bu bizim insanımızı neden ilgilendirmiyor? Hani büyük kanallarda bunun haberi?

Bir deli bir kuyuya bir taş atıyor, hepimiz o taşı çıkarmakla uğraşırken atı alıp Üsküdar’ı geçiyorlar da ruhumuz duymuyor. Ortalık Türkan Saylan şu bu, necidir neci değildir diye gürültüden yıkılırken, birileri sessizce bir şeyleri yürütüyor, farkına bile varmıyoruz. Sakın ortalığı bu kadar gürültüye boğmalarının asıl nedeni bu olmasın!


..........


*Anadolu’da on üç bin (13.000) tür bitki yaşıyor! Bu birçok ülkeyi kıskandıracak ölçüde büyük bir zenginlik. Üstelik bunların üç bini (3.000), sadece Anadolu’da yaşayan ‘endemik’ türler. Köylünün bunları ‘kaydettirecek’ hali olmadığına göre bu tohumları kimler kaydettirecek? Yoksa Norveç’teki tohum bankalarına götürüp bize parayla mı satacaklar? Başımıza ne geleceğini bilmiyoruz henüz!

** Dünya tohum bankası ortakları: Bill&Melinda Gates Vakfı, Rockefeller Vakfı ve ona bağlı CGIAR ile ABD tarım devleri DuPont/Pioneer, Monsanto, İsviçre menşeli Syngenta gibi biyoteknoloji şirketleri...


.........


Okuma önerisi:

Dünya Satılık Değildir

Yazanlar: Jose Bove, François Dufour


Büyük şirketler kâr etmek için dünyanın her köşesini, bütün kaynaklarını, doğasını ve insanları kullanıyorlar. Durmak bilmeyen bir kâr hırsına tâbi olarak, bazen aralarında anlaşıp bazen çatışarak, canlıların doğasını değiştiriyorlar. Devlet(ler)i de amaçlarına alet ediyorlar. Çok şeyi kaybettik, birileri buna dur demedikçe daha da kaybedeceğiz. José Bové’yle François Duffour’un isyanı bu noktada başlıyor. Solcu, sağcı, Amerika düşmanı ya da başka bir şey değiller; üzerinde yaşadıkları canlı dünyanın doğallığını korumak, ömrünü uzatmak isteyen dünya yurttaşları onlar. Kendi ülkelerinde küçük eylemlerde biraraya gelip, Seattle’da bütün dünya tarafından tanındılar. Görüldü ki, yalnız değiller. Anarşistler, çevreciler, eşcinseller, solcular, vicdanî redçiler, dışlananlar ve ezilenler... sistemin aman vermez çarklarına karşı biraraya geldiler.
Gilles Luneau’nun José Bové ve François Dufour ile yaptığı röportajlardan oluşan bu kitap, muhafazakâr bellenmiş bir sınıfın üyelerinin, Fransa’da başlayan, Seattle’a uzanan küreselleşme karşıtı hareket içindeki yerini ortaya koyuyor. İnsanî değerlere saldırarak derinleşen küresel kapitalizme karşı, ısrarlı bir çığlığın ve dirençli bir tavrın yirmi yıllık hikâyesi, Dünya Satılık Değildir...


..........


Kıraathanemizde bu kez Melih Cevdet'in tohuma yazdığı şiir var:


Tohum
Dörtnala haberci ilkyazdan
Aşağıdan inceden beyazdan

Dumanı tüten sıcak tohum

Dolan kara toprağı dolan

Ulaş yeryüzüne ak tohum

Hay gücüne kurban olduğum

Dağ taş dinlemezim hey aman

Göster o gül yüzünü göster
Önce yeşil yeşil bak tohum
Sonra sarı sarı gülüver

Donansın donansın daneler

Kız oğlan kız, alaca kına

Tarlalar sebil tek bedava

Ver güzelim ver yiğitim ver
Pir aşkına fakir aşkına
Anladım farkı neden sonra

Tohumdan başka şeymiş bitki

Bu küçük deli fişekteki
Ne ki? Ağaç mı allı pullu
Yoksa ayrık mı, başak mı ki?

Kim bilecek... kapalı kutu

Ama bulut, yağmur bulutu

Gelir kararır nerdeyse

Tohum altta nefes nefese

Kulağı gök gürültüsünde.

Melih Cevdet Anday





Dip not: Bir haber: GDO için kirli lobi faaliyeti

25 Mayıs 2009 Pazartesi

TOHUMCULUK YASA TASARISI HAKKINDA PDA GÖRÜŞÜ

Bizler "Pembe Domates Ağı" (PDA) üyeleri olarak;

Başta; Anadolu'nun en değerli ve en has ürünlerinden olan, yok olmasını önlemek ve daha önceleri olduğu gibi, günümüzde de kuşaktan kuşağa aktarılan "doğal döngüsünü sürdürmek" amacıyla "Evladiyelik ('Heirloom') Pembe Domates"in 4 yıldır yeniden üretilmesine çalışmaktayız. Bizler profesyonel tarım uzmanları, tarıma dayalı ticaret erbabı ya da çiftçi değiliz. Bizler, geniş bahçeleri olmasa da balkonlarda ve saksılarda "kentte tarım" yapılabileceğini gören ve bunu deneyerek başarmış, İnternet üzerinden iletişim kurarak bir toplumsal ağ kurmuş, duyarlı kentlileriz. İçimizde az sayıda olsa da Pembe Domatesi bahçe ve tarlasında yetiştirenler de var. Bir rastlantı sonucu fark ettiğimiz ve balkonda yetiştirdiğimiz ilk doğal pembe domateslerin tohumlarını da kendi aramızda ve "karşılıksız paylaşarak aynı yöntemlerle sürdürülmesi koşuluyla" neredeyse tüm Türkiye'ye yaymış bulunuyoruz.


Amerika Birleşik Devletleri, İtalya, İsveç, Bulgaristan, Rusya ve daha birçok ülkede lezzeti ve bozulmamış niteliği nedeniyle yüksek değere sahip olan Pembe Domates, tohum paylaşımı sayesinde, kendi yeniden topraklarında değer kazanmış önemli bir tarım ürünüdür. Özellikle "Heirloom" yani genetiği ile oynanmamış, doğal tarımla üretilen ve kuşaktan kuşağa aktarılan tohumlar, endüstriyel tohumlara nazaran kat be kat değerlidir.

Ülkemizde tıpkı Pembe Domates gibi çeşitliliği ve değeri çok yüksek olan 3 bin'den fazla “endemik”; “kendine has”, tarımsal bitki türü ya yok olmuş, ya da yok olmağa mahkûm durumdadır.

Yüzyıllardan bugüne, hiçbir bozulmaya uğramadan çiftçilerin çabalarıyla tarımda "üretilebilirliğini" sürdürmüş bitkilerimizin yok olma fermanı sayılan "TOHUMCULUK YASASI"nın 2011'den itibaren yürürlüğe sokacağı 5. Maddesi ancak 'kayıt altına alınmış tohumların' ekimine olanak tanıyacak. Tohumuna patent alamayan çiftçiler ise, tekel durumundaki uluslararası şirketlerin insafına terk edilecek. 2011'den itibaren kayıt altına alınmamış tohumluklarını satan köylüler, ağır para cezasına çarptırılacak ve el konulan ürünler imha edilecek. Böylece Anadolu'nun zengin türleri doğallığını yitirecek.

Bu gidişe “dur” demek gelecek kuşaklara karşı en büyük sorumluluğumuzdur.

Ayrıca, şu sıralar tartışılmakta olan ve yürürlükteki 31/10/2006 tarih ve 5553 sayılı Tohumculuk Kanunu'na dayanılarak çıkarılması planlanan "Bitki Genetik Kaynaklarının Kayıt Altına Alınması Hakkında Yönetmelik" taslağında yer alan, "Tohumların Kayıt Altına Alınması" koşulu, bu ülkenin tarımına vurulabilecek büyük bir darbe niteliğindedir. Çünkü tohumunu kayıt altına aldırmayan çiftçinin kaderi, "ıslah yetkisi"ni elinde bulundurarak, tohumculuk alanında faaliyet gösteren, çoğunluğu yabancılara ait şirketlere terk edilmektedir. Yönetmelik, doğal türler üzerinde bireysel hak sahipliği mekanizmasının önünü açmaktadır. Oysa yerel ve doğal türler, binlerce yıl kuşaktan kuşağa devredilen "geleneksel ıslah çalışmaları" sonucu ortaya çıkmış, küçük çiftçilerin ortak emeğinin sonucu gelişmiş tohumlardır.

Bu topraklarda yüzyıllardır, insan emeğiyle tamamen doğal ortamında oluşan evladiyelik tohum ve çeşitliliğini, "kayıt" ve "patent" zorunluluklarıyla yok edecek bu yasanın ve keza mevcut kanuna bağlı olarak çıkarılacak "Bitki Genetik Kaynaklarının Kayıt Altına Alınması Hakkında Yönetmelik"in yeniden, uzman kurullar tarafından ve tüm kamuoyu önünde açıkça tartışmaya açılmasını istiyoruz.

......................


Okuma önerisi:

Ölüm Tohumları; F. William Engdahl, Bilim+Gönül Yayınevi

"Yiyeceği kontrol edersen, insanları kontrol edersin." Harry Kissinger (ABD'nin eski dışişleri bakanı)

Engdahl, Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar konusunu her yönüyle ele alıyor. Kalıtımın değiştirilmesinin arkasındaki karanlık oyunlar bilim laboratuarlarından büyük şirketlerin yönetim kuruluna, hükümetteki kilit mevkilerden devlet başkanlarına dek uzanıyor. Günümüzdeki gelişmelerin arkasındaki nedenleri anlamak isteyen, dünya barışı ve sosyal adalete inanan herkesin okuması gereken, insanı uykudan uyandıran bir kitap bu.



3 Mayıs 2009 Pazar

Anneler Günü

Tüm anasız/babasız, kimsesiz evlatlara...


Tuhaf şey elbette, artık şu yeryüzünde oturmamak,
unutmak bundan böyle daha yeni edinilmiş alışkıları,
insanca geleceğin anlamını verememek
güllere, vaatlerle dolu öbür şeylere;
o sonsuz korkulu ellerde ne idiysek
onu artık olmamak ve öz adını bile
koyup gitmek bir kırılmış oyuncak gibi.
Ne tuhaf, dileklerini dileyememek daha,
bütün olan ne varsa darmadağın uçuşur
görmek uzayda. Zahmetli şey ölü olmak,
yeni baştan, ağır ağır alışmak öyle zor ki,
biraz olsun bengilik sezer insan zamanla. -Ama yaşayanların
hepsi de yanılır, böyle kesin ayırarak.
Derler ki, çoğu zaman bilemezmiş melek, dirilenin mi,
yoksa ölülerin mi arasından yürüyor. Bengi akıntı
her iki ülkede çocuğunu, yaşlısını
birlikte sürükler, tümünün sesini bastırır.

Hem artık bizi ne yapsın onlar, o erken ölmüşler;
yavaşça yeryüzünden çözülür insan
ana memesinden kesilir gibi. Ama bizler,
o büyük gizlere gereksinenler, yaslarından çoğu zaman
bir mutlu ilerleyiş doğanlar: Onlarsız olabilir miydik biz?
boşuna mı söylence: Linos için yakınırken bir zamanlar,
ilk musiki çekinerek kabuğunu kırmış;
o nerdeyse tanrısal gencin apansız çıktığı
korkmuş uzayda başlamış boşluk ilk kez titremeye,
şimdi bizi coşturup avutan, bize yardımcı olan.

Türkçesi: Can Alkor

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları / Hasan Ali Yücel Klasikler Dizisi


It is truly strange to no longer inhabit the earth,
to no longer practice customs barely acquired,
not to give a meaning of human futurity
to roses, and other expressly promising things:
no longer to be what one was in endlessly anxious hands,
and to set aside even one's own
proper name like a broken plaything.
Strange: not to go on wishing one's wishes. Strange
to see all that was once in place, floating
so loosely in space. And it's hard being dead,
and full of retrieval, before one gradually feels
a little eternity. Though the living
all make the error of drawing too sharp a distinction.
Angels (they say) would often not know whether
they moved among living or dead. The eternal current
sweeps all the ages, within it, through both the spheres,
forever, and resounds above them in both.

Finally they have no more need of us, the early-departed,
weaned gently from earthly things, as one outgrows
the mother's mild breast. But we, needing
such great secrets, for whom sadness is often
the source of a blessed progress, could we exist without them?
Is it a meaningless story how once, in the grieving for Linos,
first music ventured to penetrate arid rigidity,
so that, in startled space, which an almost godlike youth
suddenly left forever, the emptiness first felt
the quivering that now enraptures us, and comforts, and helps.

30 Mart 2009 Pazartesi

‘Bağ Çorbası’

Hikâyem Adapazarı:Adapazarı için bir mikro tarih çalışması

Adapazarı bir adadır; çevresi Sakarya’nın kolu Çark Suyu ve Sapanca Gölü’yle çevrili bir ada. Toprağın üstü gibi altı da su doludur. Adapazarılılar o nedenle kendilerine Adalı derler... Adalar ve yazarlar arasında hoş bir bağ vardır. Necati Mert de Sait Faik gibi Adapazarlı yazarlardan. Özyaşamöyküsel özellikler taşıyan “Hikâyem Adapazarı” öykü ve deneme yazarı olarak tanıdığımız Necati Mert’in son kitabı.
Bir kentin sıradan ama ‘gerçek’ insanının geçmişini, bugününü, bir yazarın yaşadığı şehirle nasıl buluştuğunu anlatır bu kitabında yazar. Baştan belirtir Necati Mert: Kitabi ansiklopedik bilgi yok bu kitapta. Ne güzel... Kaynaklara hiç başvurmamak isterdim, çünkü bağlayıcı olurlar, der önsözde. Adapazarı’nın son 65 yılını aktarılmış bilgiler yerine, birinci elden tanıklıklarla, yaşanmış hikâyelerle anlatır. Resmi rakamları, düzgün fotoğrafları, adı duyulmuş kişileri değil, ara sokakları, sıradan insanları, onların evlerini, dükkânlarını ele alır. “Nuh’un gemisi” dediği Adapazarı’nın esnafını, delilerini, ayak satıcılarını, kendi annesi ve babasını, hatta öğretmenini dile getirir. “Pozisyon adamlarına” hiç yüz vermez. Şehrin Homeros’a ve Bitinya’ya uzanan tarihini ise, kendi üzerindeki etkisi ölçüsünde anlatır. Herkes öteki bilgilere internetten istediği an ulaşabiliyor artık nasıl olsa... Hem İnternette söğütten düdük yapan dedenize rastlayamazsınız. Oysa bu kitabı okurken insan hem söğüt dalından düdük yapan dedesine, hem büyükanne çorbasına, hem de eski çarşılardan geçerken eski insanlara rastlar; komşu balkonunda demli çayını içer; Adapazarı’nın yaşadığı deprem acısını habercilerin dilinden dinlemek yerine, bir Adapazarlının kaleminden okur. Kitabı okur açısından değerli yapan nedenlerin başında da bu içerden bakışı, samimiyeti gelir.
396 sayfalık kitap on bölümden oluşur ve bölüm başlıkları ilginç bir biçimde, hep üçlemedir: "Manavlar. İskânlılar. Serbestler." Bölümleri de başlıkta yer alan bu üçlemeler üzerine kurar yazar. Örneğin “Agdistis. Nana. Attis.” adlı bölümde hikâyeleri Adapazarlı bir ağaç altında buluşan üç mitoloji kahramanı anlatılır.
“Hırs, hiddet neme gerekti,” diyen Sait Faik’ten beslendiğini, onun toprağından geldiğini kanıtlar gibi yalın bir dille ve fısıldar gibi yumuşak bir sesle yazar Necati Mert. Evlerinin bahçesindeki ağaç ve bitkilerin tasviri tam iki buçuk sayfa sürer (sayfa 28-30). Doğa ve bitki severliği su götürmez yazarın o satırlarını okudukça bir cennet tablosu canlanır gözünüzün önünde: “...Sağ sırada saksılarda begonyanın salkımlı, yağlı her çeşidi. Ayrıca renk renk küpeler... Arkalarında yer çiçekleri: Acem karanfili, aslanağzı, kına, hüsnüyusuf, akşamsefası... Asmanın bir bacağına sarılmış hanımeli, yandan da yediveren... Avlu boyunda çivitli su verilmiş ortancalar... Kuyunun oradan sağa şimşirli dar bir yol gider. Ucundaki kapı komşuya açılır. Başında boylu bir hatmi. Kuyudan sonrasını nasıl anlatayım?...” Yazar bahçede soldan sağa ilerleyerek bize geniş bir tur yaptırır. Ağaçların altına uğrar, meyvelerin tadına baktırır, yer elmalarının kabuğunu soyup ikram eder... Gerçekten anlatılmaz yaşanır dedikleri türden bir güzelliktir dile getirilen. Kitapta yer alan siyah beyaz fotoğrafların kalitesinin de anlatının güzelliğine görsel bir şölenle destek olduğunu belirtmek gerek.
Yazarlarının bolluğu Ada toprağının bereketinden olsa gerek. Kerim Korcan da Adalı yazarlardan. Sayfa 187’de Kerim Korcan'a bir selam yollar yazar manavların sabrıyla ilgili bir sözünü anımsayarak...
Benim de komşu şehir İzmit’ten kulağımda kalmış yerel sözcükleri kullanır: Yeftin (hafif), töngel (muşmula), buğuz (söylenme, şikayet)...
Necati Mert’e bu kitabı yazdıran nedir, diye düşündüm okurken. Yazar en çok çocukluktaki tatların peşinde gibidir. Kitabın daha birinci bölümünde (sayfa 34) bir türlü tadını unutamadığı ‘bağ’ çorbasından söz eder. Çocukluğunda babaannesinin bağa gittiklerinde yaptıkları bir çorbadır bu. Bugünü geçmişe bağlayan her şeyi bağ çorbasında simgeler yazar. Adapazarı’nı bağ çorbası üzerinden anlatacak kadar sevdiğini yazar, bu çorbayı. Aslında eldeki malzemeyle oluşturulmuş alçakgönüllü bir çorbadır bu ama işte onun tadını unutulmaz kılan her neyse yazar hep onu arar gibidir. Bu oylumlu kitap boyunca satır aralarında hep bu duyguyu sezdirir okura.
İşte o çorbanın tadı gibi, eski Adapazarı’nda sıradan evlerin yazın çıldırasıya renklenmiş o güzelim bahçeleri de yoktur artık. Bugün Sait Faik’in dediğince bütün büyük kentlerin ‘kuşları boğulmuş, çimenleri sökülmüş’, artık boy boy beton binalar ardında kurumuş kalmış hepsi. Bununla da bitmez. “17 Ağustos’tan sonra Adapazarı oldu çekip giden. Alınıp götürülen,” der yazar (sayfa 384). “Deprem durmadı sürüyor Adapazarı’nda,” diye ekler.
Sanırım yazar bu kitapta, eksilmeye devam eden bir şehirde, çocukluk yıllarından kalma bir tadın peşine düşmüş. Sade çorbanın değil, depremin 1999’da durmayıp hala sürdüğü bir şehirdeki tüm eski tatların... Ağzının eski tadı tuzu kalmamış okura küçük sevinçler devşiriyor kitabıyla...
Şefika G. Kamcez
..............
Hikâyem Adapazarı; Necati Mert, Heyamola Yayınları, Türkiye’nin Kentleri dizisi, 1. baskı Kasım 2008

Sanat ve Politika

" Ne var ki , biz gençler yurdumuzda başlayan bu tehlikeli değişmeleri farketmeyecek kadar derin bir ihtirasla edebiyata dalmıştık.Kitaplardan ve tablolardan gayrisini gözümüz görmüyordu. Politika ve toplum sorunlarına en küçük bir ilgi duymuyorduk. Bu birbirini tutmaz çekişmelerin bizim hayatlarımız için ne anlamı vardı? Seçimlerde şehir heyecandan çalkalanırken, bizler kitaplıklara giderdik. Yığınlar ayaklandığında bizler şiirler yazıp, şiirler üzerine tartışırdık. Duvara alev alev harflerle yazılmış olanı görmüyor, bir vakitler Kral Belsezar'ın yaptığı gibi, sanatın en eşsiz çeşitleriyle kendimize şölen veriyor ve yarına korkuyla bakmıyorduk. Onlarca yıl sonra tavan ve duvarlar üzerimize yıkılınca, temellerin çoktan içten içe oyulmuş bulunduğunu ve yeni yüzyılla kişi özgürlüğünün Avrupa'da çökmeye başladığını ancak farkettik. "

STEFAN ZWEİG ....DÜNÜN DÜNYASI

9 Mart 2009 Pazartesi

Behçet Necatigil'in kısa çizgisi


(Bu yazı İzmir İzmir dergisinin son sayısında (Ocak-Şubat 2009) yayımlandı.)



“Gizli bahçenizde
Açan çiçekler vardı,
Gecelerde ve yalnız.
Vermeye az buldunuz
Yahut vakit olmadı”

13 Aralık Behçet Necatigil’in ölüm yıldönümü. Çizdiği yaşam çizgisi kısa ve alçakgönüllüdür Necatigil’in. Doğum ve ölüm tarihleri arasında kısacık bir çizgi. Bu mütevazı Türkçe ustası sade hayatların, dar gelirli küçük insanların ve İstanbul’un mütevazı semtlerinin şiirini söyler bize. Tümüyle bir burukluktur yaşadığı ve anlattığı iki yüzlü insanlar arasında. Sanki fena vurulmuş bir daktilo gibi. Arkasında mavi ince bir çizgi bırakıp gider. Ümidi korkusu sevinci ne varsa o kısa çizgidedir.

Kimi zaman çok soyuttur anlattıkları:

“Çoklarından düşüyor da bunca

Görmüyor gelip geçenler

Eğilip alıyorum

Solgun bir gül oluyor dokununca.”

Kimi zaman da göndermelerle dolu olsa da alabildiğine somut:

“Bir kenara yığılı

Elmaların başında

Çömelmiş dört beş kişi

Ayırıyorlardı

Biraz daha sağlamı

Biraz daha irisi.”

Hiç iri laflar etmeden çağının tanığı olur…

Beşiktaş’taki evinden uzun yıllar edebiyat öğretmenliği yaptığı Kabataş Lisesi’ne her sabah o geniş, çınarlı yoldan gider. (Ne hoş sabah akşam yayan, gitmek aynı kaldırımdan. ) Giderken insanları görür: yalnız bir kız, deniz kenarına hava almaya çıkmış yoksullar, ortamın bozulduğunu gören, çocuğunun okuldan eve akşam nasıl döneceğini düşünen ana babalar…

Akşam olduğunda evin yolunu tutar. Gecelik saltanatı evdedir ne de olsa:

“Kavuştum çoluk çocuğuma,

Koltuğuma uzandım, rahatım.

Kahvem içime sindi

Başladı gecelik saltanatım.”

Çalışmaya oturur. Penceresinden sokaktaki evleri görür, dar yaşamlardan kaçmak isteyenlerin evlerini. Ev halini yazarken evde bir saadettir gördüğü:

“Evin –de hali saadet

Isınmak ocaktaki alevde

Sönmüş yıldızlara karşı

Işıklar varsa evde.”

Düşünür yoksul evlerini, bir de evsizleri:

“Şu dünyada oturacak o kadar yer yapıldı

Kulübeler,evler, hanlar, apartmanlar

Bölüşüldü oda oda, bölüşüldü kapı kapı

Ama size hiçbir hisse ayrılmadı

Duvar dipleri, yangın yerleri halkı,

Külhanlarda, sarnıçlarda yatanlar!”

Artık çarpık kentleşme başlamış, ahşap evlerden apartmanlara geçilmiştir. Kapı komşuları dul kadınının üç kızı vardır, durmaksızın dikiş diker. Öteki komşuları kimdir bilmez apartmanda yaşayanlar.

Misafirliklere gidenleri yazar. Rahat ve sade evlerde gece yarısına kadar oturan misafirler bir türlü anlamaz evlilikleri…

Maddi ve manevi darlıklar, sıkışıklıklar içinde yaşar Necatigil’in insanları:

“odalar dar dolap

kitaplara eşyalara kedilere

dolu taşıtlar…kendine

yer aç!”

Niçin evleri bu kadar çok yazar? Çünkü ışıkları yanan bir ev ve aile akraba yanında büyümüş bu öksüz şair için mutluluğun anahtarıdır:

“Gene de hiç kimse kurtulamaz içinde büyüyen

Bu korkunç boşluktan, diyorum.

Kurtarırsa o kurtarır bizi, ne aşklar, ne yaşlanmak

Ne avuntular dışarda.

Dünyada mutluluk adına ne varsa başkaca

Evcek, evlerde yaşar yaşarsa!”

Kimi zaman yoksulların parkı Barbaros Meydanı’ndan denize bakar. Çocuklarının arkasına kalan ninelerin derdiyle dertlenir. Savaş meydanında ölen erleri düşünür, insanlık sevgisi lafta kaldı diye yazar.

Yaz döneminde eş ve çocuklarını yazlığa yollayan bir orta hallidir. “Eylül sonuna kadar kalın, ben istediğiniz kadar para, bin, iki bin, üç bin gönderirim”, der ozan. Doğayı sevmekte, doğayla kolayca bütünleşmektedir. Zaman zaman da kırların şiirini yazar:

“Tam otların sarardığı zamanlar

Yere yüzükoyun uzanıyorum

Toprakta bir telaş bir telaş…

Karıncalar öteden beri dostum.

Tabiatla haşır neşir

Kırlarda geçen ikindi vakti…

Sakin,dinlenmiş,rahat,

Bir gün daha bitti.”

Kuru çiçekler biriktirir sayfalar arasında. Onun için anlamı büyüktür kuru çiçeklerin:

“Ben oraya koymuştum almışlar,

Arasına sıkışık saatlerin.

Çıkarır bakardım kimseler yokken;

Beni bana gösterecek aynamdı, almışlar.”

O içimizden biridir. Kendi halinde semtlerde, orta halli yahut yoksul hanelerde gece gündüz, yaz kış gölgesi gezinmektedir. O şimdi kitaplarda bir çizgilik yerde hapis de olsa bize seslendiği yer yüreğimizin tam içidir:

“Dışarıyı dinleme içerdeyim

Kımıldayan perdenin şimdi az berisinde.

İnsan kimi geceler niçin uğrar dışarı?

Bir gerçeğin içinde kendini dinlediyse.”

***

Sevgili Necatigil, gizli bahçenizde açan nice çiçekler vardı. Vermeye az da bulsanız, vakit olmasa da aldık kabul ettik ve çok sevdik…