14 Aralık 2008 Pazar

Zaman bir mekândır




Emel Kayın’ın Mekân Hikâyeleri okuru mekânlar üzerinde düşünmeye ve derinleşmeye çağırıyor. Yazarının ilk kitabı olmasına rağmen dünyayı keskin bir gözle algılıyor ve bu algıyı okura başarıyla geçiriyor.
Aynı zamanda bir mimar olan yazar, mimarlık mesleğinin ana öğelerinden olan mekân kavramı çevresinde dolanıyor bu kitaptaki öykülerinde. Zaman, kent, ev ve insanın biriktirdiği yitik hikâyeleri gün yüzüne çıkarıyor.
Bu öykülerde büyük kalabalıklar yok. Mekân içinde insan bir büyük boşlukta tek başına gibi... İnsanın yeryüzündeki hafızası ise yaşadığı mekânlar. Ancak yazar insanın kent, ev ve zamanla ilişkilerini, ya da bu kavramların birbiriyle ilişkilerini ele alır ve birbirlerini var edişlerini irdelerken büyük bir yalnızlık duygusu da dolanıyor sayfalar arasında.
Zaman hikâyeleri bölümünde peri masallarının havası, gizemli ormanlar, eski kırlangıçlar, devler, periler... Bu bölümde yazar çocukluğuna dönmüş gibidir. İnsan hikâyeleri adlı bölümde anlatılan insanlar, yapayalnızdır. Sıradan yalnızlıklar üzerine konuşur bu insanlar ama kimselere seslerini duyuramazlar. Kent hikâyeleri bölümünde yazar kente bir mimar gözüyle bakar. Bu öykülerde insan kentle baş başadır. Öykülerin konusu insanlar arası ilişkiler değil, insan-kent ilişkileridir. İnsan ötekilerden uzaktadır: “Kentin yüksek bir tepesinden baktığında sıradan adam, insanlar karıncalar gibi görünüyordu. Sık sık birbirine çarpıyorlardı.” (s.27)
Ev hikâyeleri bölümünde yer alan Düş Evi öyküsünde yola yalnızca korkularını yenmeyi bilenler devam edebilir. Düş evine girebilenler, yasakların olmadığı bir dünyaya inanır. Bunun düşünü kurar. Düşlere ulaşmak ise sabır ve cesaret gerektirir. Düş yolcusunun evden çıkış yolunu bulabilmesi için, mutlaka yeni bir düş kurması gerekir.
Bugünlerde yayımlanan bir mimar-edebiyatçılar antolojisine göre edebiyatımızda 53 mimar-edebiyatçı varmış. Meslek gereği mekânlar üzerinde sıkça kafa yoran mimarlar bana kalırsa, edebiyat yapıtında atmosfer kurmayı iyi biliyor. Buna ek olarak biçimsel öğelere de daha çok dikkat ediyorlar. Emel Kayın’ın bir mimardan beklenebileceği gibi, çok özenli bir anlatımı, dikkatle kurulmuş bir dili var. Öykülerin kimileri oldukça kısa. Hatta tek satırdan oluşan öyküler de var kitapta. Ancak bu kısacık öykülerin her biri adeta birer aforizmadır. Okuduktan sonra küçük bir ilaç kutusu gibi yanınızda taşıyabilirsiniz pekâlâ.
Bu öyküleri okudukça, mekânlar içinde sıkıştırılmış zaman dosyalarını açıyoruz yalnızlığımıza ilaç olarak. Mekânlar içinde saklı eski zamanlara dönüyoruz, biz 21. yüzyılın yalnız insanları. Orada bulacağımız ise kalbimizden başkası değil elbette.
Şefika
.........

MEKÂN HİKÂYELERİ
Emel Kayın,
Kanguru Yayınları,
2008,
86 sayfa.

(Yukarıdaki yazım Radikal Kitap ekinin son sayısında (12.12.08) yayımlandı. Orijinal versiyonunun daha uzun olduğunu not etmeliyim.)

22 Kasım 2008 Cumartesi

Şile fenerinde kar kokusu...




Şile fenerinin gece ziyaretçileriyiz.

Şile fenerinde akşam! Tutuşan turuncular, biraz sonra sönüp kararacak. Şile Feneri işte o zaman çakmaya başlayacak.

Şile’nin feneri tüm kasabaya karşıdan bakar. Halk evinde, işinde daima onunla göz gözedir. Yalnız Şile’liler de değil. Karadeniz’i aşmaya çalışan irili ufaklı gemilerin kaptanları da hep onunla göz göze gelmeye çalışır. O kadar güçlüdür ki ışıkları çok uzak mesafelerden bile görür onu gemiciler. Yakından baktığınızda aynalarının büyüklüğüne şaşar kalırsınız. Kim bilir kaç zamandır akşamın karanlığı onun aydınlığıyla birleşir bu kıyıda. Kayalıkların üzerindeki yerinden memnun, Karadeniz’i gözetler durur geceler boyu. Fenerin yanındaki otelde kalırsanız, gecelerinizi aydınlatır. Burada kıyı ve küçük koy öyle dik bir yamaçla çevrilidir ki, yatağınızın altına kadar sokulur deniz. Karadeniz’in iri dalgaları kış geceleri kıyıyı döverken uyanırsınız. Pencerenizden görünen manzara Turner’ın deniz savaşı tabloları gibidir. Dalgalar arasında neler olup bittiğini anlamaya uğraşmayın boşuna. Orada bir Preveze deniz savaşı verilmektedir...

Yaz geceleri toprak uykuya daldığında, ay da kara suya iner. İşte o zaman fener aya bakar, ay fenere. İki aşüfte gibi birbirine göz kırparlar.

Fener bahçesinde oturursanız, göreceksiniz...

Yazı tipi boyutu

GPS teknolojisi çıktı çıkalı deniz fenerlerinin çoğunun pabucu dama atıldı. O yüzden fenerler nostalji kokar. Çoğu da beyazdır fenerlerin. (Şile feneri hariç. O beyaz üzerine çekilmiş siyah kuşaklarıyla yer eder aklımızda.) Kimileri mavi denizlerin kıyıcığında, kimileri deniz ortasında bir adacığın beyaz martısı. Efsanelerde gemilere albatroslar yol gösterir. Deniz fenerleri albatroslar gibi korur denizcileri.

Şimdi GPS teknolojisi var. Bu yüzden de Şile feneri örneğinde olduğu gibi müzeye dönüştürülüyorlar birer birer. Ziyaretçilerini ağırlıyorlar yaşlı hastalar gibi. Bir de anılarda kalan fener hikayeleri, romanları ve filmleriyle yaşıyorlar.


Okuma önerisi: Deniz Feneri, Virginia Woolf


deniz feneri

gece soğuk
üşür yüreğim
limon mavisi gözlerin
kanıma girer... ısınırım

ayışığında saçların
rüzgarla dans ederken
yanar bir yanım
ateş basar içimi... utanırım

loş ışıkta dudakların
deniz feneri olur
ılık nefesin kavurur beni
zor olmaz ölümüm... katlanırım

Mustafa Özke


Dipnot:

Karadeniz'den İstanbul Boğazı'na doğru seyreden gemilerin güvenli geçişini sağlamak için yapılmış bir diğer fener olan Şile'deki denizfeneri, konumu ve mimarisiyle dikkat çekiyor. 60 metrelik dik bir yalıyarın üzerinde, 19 m. yüksekliğinde bir kuleden oluşan Şile Feneri, gerek sekizgen planı, gerekse siyah-beyaz bantlar halinde boyanmış kulesi ile en çok akılda kalan fenerlerden bir tanesi.

1859 yılında Fransızlar tarafından yapılan fener, Şile'nin en önemli turistik anıtlarından biri olarak son yıllarda giderek önem kazanıyor. Son olarak fenerde açılan müze nedeniyle Şile Denizfeneri, denizfeneri meraklılarına benzersiz bir gezi hatırasının yanı sıra, bir de eğitici bir müze gezisi sunuyor. 2004 yılında açılan Şile Denizfeneri Fener Müzesi'nde Türkiye'nin bir çok limanından getirtilmiş olan boy boy fenerler, fener ampulleri, seferlerde kullanılan araçlar, düdükler gibi denizcilikle ilgili alet ve cihazlar sergileniyor. Denizfenerlerinin halkın ilgisine ve ziyaretine sunulmasında önemli bir rol oynayan Şile'deki Fener Müzesi, Türkiye'nin diğer tarihi denizfenerleri için de başlatılacak olan "fener-müze" projesinin hayata geçirilen ilk adımı olarak yerli-yabancı gezginlerden büyük ilgi görüyor.

12 Ekim 2008 Pazar

Nedir Attila İlhan bir 78'li için?

Biz 78’liler söylediklerimizle değil, söylemediklerimizle var olduğumuzu sanırız. Attila İlhan ise her zaman söyledikleriyle var. Söylemek gerek:
Onunla ilk tanıştığımızda emekçiye gazeller söylüyordu Attila İlhan; Grev oylaması yapılan günlerdi. Fabrikalarda sokak tiyatrosu yapardık. Allende Allende diyordu haber spikerleri. Anlıyorduk Şili’nin ve Jara’nın destanını. Gizli yargılanıyorduk onunla birlikte ağır cezada. Akşamları haberleri Viet-Kong basıyordu. “Toplumcularız karakollarda açtık gözümüzü” diyordu. Anlıyorduk.

Salı Zinovyef çarşamba Radek perşembe Bukharin kurşuna diziliyordu. Anlamıyorduk. Prag’ta “bir komünist kendini asıyor”du. Yine anlamıyorduk. “Sen de birgün elbet ferahfezayı seveceksin diyordu” en solcu bildiğimiz öğretmen. İnanamıyorduk.

Dev-Lis’i polis basıyordu. Eski yeni Bomonti bahçelerine saklanıyorduk. Yasak broşürlere bakmıyorlardı bile. Silah arıyorlardı habire. Çoluk çocuğun elinde tabancalar. Genç ölüler Beyazıt sokaklarında. Hep “ellerimizde yüreklerimiz.” Kuru fasulye kazanı kaynıyordu Beşevler derneğinde. Kızların gözlerini karıştırıyordu Attila İlhan “dumanlı bir eylül akşamı loşluğuna.” Bulgar kaçağı tamirci Çiftehavuzlar’da komünizm dersi veriyordu. Nişantaşı gençleri Taşlıtarla’da gecekondu tutuyordu. “Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı,” herbiri. Hisarüstü halkına “bilinç” taşınıyordu. Sonra geçti günler; “şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız.”

Taksim’in ıslak karanlığında son otobüse yetişememek, onu görmekti Pandorosa’da. Yahut Alayköşkü’nde Sanat Olayı’nda, o ne kadar tutuklunun günlüğünü tamamlayıp başka günlüklere kucak açmış olsa da. Oysa “ne kadar azdır yaşadığımızdan yaşadığımızı sandığımız.” Oysa “gitti dostlar şölen bitti ne eski heyecan ne hız.”

“Gün döndü geceler uzar hazırlık sonbahara
Yalnız kederli yalnızlığımızda sıralı sırasız
O mahur beste çalar müjgan’la ben ağlaşırız.”


Attila İlhan (1925-10 Ekim 2005)


Not: Bu, yazının ikinci baskısı. Birinci baskı şurada.

3 Ekim 2008 Cuma

Yarım yüzyıl önce Yakacık

(Yakacık II)


Eski Yakacık’ı daha önceki bir yazımda (şurada) anılarla dile getirmeye çalışmıştım. Bu yazıya gönderilen değerli yorumlarla bu konudaki bilgi açığımız epeyce kapanmıştı. Tek eksik olan eski fotoğraflardı. Onları da sağolsun gazeteci ağabeyimiz Sn.Fethi Satıcı gönderdi. Kendisine aşağıdaki yazı ve değerli fotoğraflarını buradan paylaşıma açtığı için teşekkür ediyorum.














Birinci fotoğraf Hasan Paşa İlk Okulu zannedersem 2.sınıfla ilgili.Sınıf arkadaşlarımın bazılarını hatırladım.Öğretmenlerimiz Yakacıklı Muzaffer Sağun,Kevser öğretmen. Sınıf arkadaşlarım Rahmetli Doğan Kesici ve Yavuz Kahraman.Yaşadıklarını tahmin ettiğiğim ise şunlar. Cemalettin Bayramoğlu,Tülay Aykut,Selma Tozan,Muzaffer Bicioğlu,Tayfun Yolalan, Fethi Satıcı, Taner,Rüstem,Mehmet ve Yetiştirme Yurdu öğrencileri idi.İsim ve soyadlarını hatırlayamadım.

Kız arkadaşlarımız. Seyhan,İsmet,Semaat,Ayten,Nur,Belma,Nuran,Sevgi,Hayriye.Diğerlerini hatırlayamadım.Yıl muhtemelen 1949-1950.

[ O zamanın ilk okul kıyafetlerini anımsayan vardır. Beyaz yakalar nasıl tahta gibi sert olurdu koladan. İnsanın boynu kesilirdi. İlk okul çocukları artık siyah önlüklü beyaz yakalı değil. İlk okullar da artık ilk öğretim oldu ya...]














İkinci fotoğraf Ayazma Aşıklar yolu üzerinde.Yıl 1958.Ben Fethi Satıcı,Selma Tozan,küçük Selma,Sevgi,Celal Başer ve İsmet.Bir süre önce yıktırılan tarihi Taşköşk önü.

[Ayazma'da gezmeden dönen hanımlara bakar mısınız? Karınca belli hepsi. Peki kravatlı, takım elbiseli çay bahçesine giden kaldı mı artık?]














Üçüncü fotoğraf en son işleticisi olduğum Yakacık Arzu Sineması önü.(Gözlüklü olan Fethi Satıcı)

[İstanbul'un balkonu Yakacık'a yazlığa gelenlerin eğlencelerinden biri de sinemalar. Fethi bey bu sinemayla ilgili anılarınızı da paylaşmaz mısınız?]

5 Eylül 2008 Cuma

'Siyam' pembeleri


Pembe domates maceramız bu yıl üçüncü yılına girdi. Balkonda domates yetiştirmeye bu yıl da devam ediyoruz. Her zamanki gibi güzel anılar biriktiriyoruz bu küçük 'macerada'. Macera diyorum çünkü bir metropol evinin balkonunda dayanıksız, 'nazik' bir yerli domates tohumunu büyütmek bir 'macera' gerçekten.




Bu yılki maceramızın küçük heyecanlarından biri de, domateslerimizin Siyam ikizleri hatta üçüz ve dördüzleri olmasıydı. Huzurlarınızda Siyam domatesi!



Bu sırttaki çizgi ikizlerin birleşme çizgisi... Sap bölümündeki yoğunluktan da anlaşılabileceği gibi her sapta sanki ikişer çiçek birleşmiş. Bu da bizim domatesi dördüz yapıyor!


Gördüğünüz gibi burada iki sap var. İkinci sap erken olgunlaşan kardeşine ait...






Bu da birlikte büyüdükleri kardeşi. O daha önce olgunlaştığı için onu koparıp afiyetle yedik. Kabukta bir yanık sorunu (Annemin dediğine göre Sam yeli vurmuş!) olsa da lezzetine diyecek yoktu...

DİP NOT: Pembe domates maceramıza kısaca değinmek gerekirse şunları söyleyebilirim. Pembe domates yetiştirme girişimi, saman tadı veren domateslere isyanın bir sonucu. Elbette koskoca bir tohum endüstrisine, uluslararası tohum tekellerine karşı hiçbir şansımız yok. O yüzden hiçbirimiz evde yetiştirdiğimiz domateslerle domates ihtiyacımızın tümünü karşılayabileceğimiz gibi bir hayal içinde değiliz. Bu bir üretim işi değil, bir gönül işi. Amerikan ve İsrail kökenli, kendini üretemeyen bu yüzden de üreticinin durmadan durmadan yenisini satın almak zorunda kaldığı (üstelik ağzımızın tadını kaçıran) tohumlara kendimizce bir karşı koyuş. Pembe Domates Ağı adlı gurubu, bu evladiyelik tohumun bilinmesi, tanınması ve yaygınlaşması amacıyla kurduk. Grup logosunu yukarda, sayfanın sağında görüyorsunuz. Biz bu grupta aramızda yukarda anlattığım türden deneyimlerimizi paylaşıyoruz. Aramızda bulunan uzmanlardan yardım alıyoruz. Benzer bir hayali siz de paylaşıyorsanız, evladiyelik tohumların yaygınlaşmasına katkıda bulunmaya ne dersiniz?


NOT İKİ: Yukardaki yazı aynı zamanda PDA Merkez web kütüğünde de yer alıyor. Orada öteki grup arkadaşlarımızın benzer deneyimlerini de bulabilirsiniz.

3 Eylül 2008 Çarşamba

Sol ayaklarda sağ kafalar...

Eşitlikten bahsetmeden demokrasi nutku atanların; dini sorgulamadan özgürlükten söz edenlerin; iktidarın peşinden fare gibi koşup Sol muhalefete aslan kesilenlerin verdiği derslerden bıktık!

Ece Temelkuran’ın Milliyet Gazetesi’ndeki ‘Sol ‘ayaklar’ ve sağ kafalar üzerine: Bıktık abiler!’ başlıklı yazısı:

‘Hiçbir zaman tam anlamıyla iktidara gelmemiş, dayak yemekten paçayı hiç kurtaramamış, bilip gördüğü tek şey işkence, katliam, açlık, yakılmak, yıkılmak olmuş Sol, her nasılsa bugün bu ülkede ‘bütün kötülüklerin anası’ ilan edilmiş durumda. Bu, Sol’un yaşadığı belki de en merhametsiz ve en insafsız saldırı. Zira, ‘Anlaşılmamaktan daha kötüsü yanlış anlaşılmaktır’ misali, solcu olduğun için öldürülmekten daha kötüsü solcu olduğun için faşist ilan edilmektir. Bu öyle bir operasyon, öyle bir yekvücut saldırı ki, kurşunlanmaktan beter. Çünkü zalim bir şüphe düşürüyor insanın içine. Çünkü her şeyden daha çok şunu düşünüyorsun:“Yanlış mı düşünüyorum?”Bunu düşünmekten düşünemez hale geliyorsun. Bugün Sol’un, aydınları ve siyasetçileri de dahil, içinde olduğu büyük sıkıntı budur. Herkes geceleri evinde nerede durduğunu, ertesi gün faşist ilan edilmemek için nerede durması gerektiğini düşünüyor. Yazarlar, ‘Sekter-Didaktik-Otoriter Liberal Çete’ tarafından belirlenen, ‘demokrasi, özgürlük, sol, hukuk standartlarına’ uyup uymayacakları endişesiyle, bir entelektüel sabotaja kurban gitmemeyi dileyerek yaşıyorlar. Entelektüel sabotaj
Şöyle bir düşünün:Cumhuriyet gazetesi, gazetenin yazarları, yazar-çizer çevrelerinde ne zaman karikatürleştirilmeye başlandı? Eleştiriler haklıydı ama düşünün, nasıl karikatür haline getirilmeye başlandılar? Sonra kendini Sol ile tarif eden bilim adamları, üniversite hocaları ne zaman İstanbul’da fikir üreten çevrelerce alaya alınmaya başlandı? Başlangıçta hakikaten tuhaf gelmiyordu. Ama işler nasıl Ahmet İnsel’in, Fuat Keyman’ın, Birgün gazetesinin entelektüel sabotaja uğramasına vardırıldı? Nuray Mert nasıl TİT’çi ilan edildi? Bu memleketin en ciddi kurumu olan Anayasa Mahkemesi, düne kadar hiç kimse olan yazar çizer tayfasının ağzında “Biz onların ne mal olduğunu biliyoruz” diye anılmaya başlandı? Bütün bu süreç nasıl meşrulaştırıldı? Çember nasıl genişletildi düşünün. Ve düşünün, bu çemberin içinde niye hep kendini öyle ya da böyle Sol ile tarif etmiş insanlar vardı? Benim (her ne demekse) ‘kadrolu Solcu’ olduğumu yazdırmak için çaçaron çocuklar nasıl köşe yazarı kılığına sokulup ortalığa fırlatıldılar? Bu ülkede en çok Sol’un imanını gevretmiş derin devlet nasıl oldu da Solcuların marifetiymiş gibi abrakadabralandı? Ortadoğu’nun ‘renkli devrimi’Benim fikrim odur ki, bu akıl tutulması sürecini, bu anlam karmaşasını, aydınların birbirine çarparak karşılıklı yok olmasını, zorunlu ideolojisizleştirilme operasyonunu ilk kez Türkiye yaşamıyor. Başka ülkelerin başka bir biçimde yaşadığı ‘renkli devrim’ sürecini Türkiye’de ılımlı İslam projesi ve bu projenin eski Solculardan devşirip vitrine koyduğu yazar-çizerle oluşturulan fikri atmosferle yaşıyor. Bugün yaşadığımız süreç, Ortadoğu’nun ‘renkli devrim’ sürecidir. Bizim ise bu atmosfer koşullarında ölmemiz, yok olmamız ve bunu yapmaya öncelikle kendimizden şüphe duyarak başlamamız gerekiyor:Ben demokrat değil miyim?Ben özgürlükçü değil miyim?Sol, fena bir şey mi artık?
İktidara fare, Sol’a aslan
Bugün, bizim trajedimiz tek başımıza düşünmektir. Kolektif aklı kendi ideolojik duruşunun doğal yöntemi olarak kabul etmiş Sol için tek başına düşünmek yok olmanın, yenilginin başlangıcıdır. Devrim Sevimay’ın, net, doğrudan ve yalın sorularla yazı dizisi olarak başlattığı ‘Sol Tartışıyor’ yazı dizisi bu yüzden önemli. Bu gazetelerde, bu kâğıt yapraklarda biraz da doğruları söyleyenlerin, kafası net olanların ve ezilenlerin yanında duranların sözleri yayımlansın yahu! Eşitlikten bahsetmeden demokrasi nutku atanların; dini sorgulamadan özgürlükten söz edenlerin; iktidarın peşinden fare gibi koşup Sol muhalefete aslan kesilenlerin verdiği derslerden bıktık!"

12 Ağustos 2008 Salı

Üstümüze kapanıyor dünya

Filistinli büyük ozan Mahmut Derviş geçirdiği kalp ameliyatının ardından 9 Ağustos’ta yaşamını yitirdi. Şiirleri yirmi dile çevrilen Derviş 67 yaşındaydı.
Dostları yaşamının son yıllarında Filistinli iki örgütün kanlı bir çatışma içine girmesine yaşlı yüreğinin dayanamadığını söylüyor.
Ölümün ardından söz etmek zordur ama İlhan Berk her şair ölüm için yazmalıdır der. Mahmut Derviş de vatansız ölmenin acısını derinden duyuran,
“...hala görmüyorum mezarımı,
bir mezara hakkım yok mu
bunca yorgunluğun ardından?”
diye haykırdığı şiirler yazdı. Çünkü 1948'de doğduğu yerler İsrail işgaline uğrayınca ailesiyle birlikte Lübnan'a kaçtı.
"Altı yaşındaydım, zeytinliklere, sonra dağlara koşar buldum kendimi; bazen yalınayak, bazen yere kapaklanarak. Korkuyla ve susuzlukla geçen kanlı bir geceden sonra Lübnan denen ülkede bulduk kendimizi."
Tüm yaşamı sürgünlerde geçti. Arap edebiyatının ve Filistin direnişinin simgesi olan şiirlerini çoğunlukla hapishanelerde yazdı. Düşmana "ölürsem ey böcekler, vücudumu didik didik edin!" diye seslendi. 2003'te Nazım Hikmet şiir ödülü ona verildi. Geçen yıl Şiirİstanbul'un onur konuğuydu ama kalp rahatsızlığı nedeniyle onu İstanbul'da göremedik.
Doğduğu topraklar hala İsrail’in işgali altında. Doğduğu topraklara gömülmesi için ise İsrail’den izin alınması gerekiyor.
İşte bir şiiri (Ulaş B. Gezgin çevirisi):

Üstümüze kapanıyor dünya

Üstümüze kapanıyor dünya
Son boğaza gelene değin
Ve koparıyoruz uzuvlarımızı, geçebilmek için.
Un ufak ediyor bizi dünya
Tanesi olaydık bi',
Ölebileydik ve doğabileydik yeniden.

Anamız olaydı dünya,

Sevecen davranaydı bize.
Resim olaydık kayalarda
Düşlerimize, taşımak için ayna diye.
Gördük yüzlerini, savuracakların,
Çocuklarımızı, penceresinden bu son barınağın.
Aynalar asacak yıldızımız.
Nereye gitmeliyiz son sınırdan sonra?
Ner'de uyumalı bitkiler, son soluklarından sonra?
Kızıl buharla yazacağız adlarımızı.
Keseceğiz elini şarkının, etimizle bitecek olan.
Öleceğiz burada, burada son boğazda.
Burada ve burada yetiştirecek kanımız, bir zeytin ağacını.
***
Şiir varken fazla söze ne hacet...
Mezarı gölgeli, şarkı söyleyen kuşları bol, ruhu şad olsun.

2 Temmuz 2008 Çarşamba

Türküler Yanmaz


Berlin'deki yakılan kitaplar anıtı


Berlin'de bir anıt var: yakılmış kitaplar anıtı. Derin bir çukur... İçinde bomboş kitap rafları... İşte bu günlerde sık sık bu anıtı düşünüyorum. İçimde derin bir çukur... 1933'de Berlin'de olanlar fikirlerin, yakarak, yıkarak, hapse tıkarak, türlü çeşitli baskıyla susturulamayacağını kanıtlamadı mı? Orada bir plakette H. Heine'nın dizeleri (1820):"That was merely a prelude. Wherever they burn books, eventually they will burn people too." Nitekim kitaplardan sonra sıra insanlara gelmedi mi? Şairler geleceği görürler. Behçet Aysan'ın 'Bir Eflatun Ölüm' şiiri örneğin. Muhlis Akarsu'nun 'Akarsuyum yansam da .../...Yine gönlüm hoş değil' dizeleri... En çok da Metin Altıok'un Kavaklar şiiri:

"Bedenim üşür, yüreğim sızlar.
Ah kavaklar, kavaklar...
Beni hoyrat bir makasla
Eski bir fotoğraftan oydular.
Orda kaldı yanağımın yarısı,
Kendini boşlukla tamamlar.
Omzumda bir kesik el,
Ki durmadan kanar.
Ah kavaklar, kavaklar...
Acı düştü peşime ardımdan ıslık çalar."

***

On beş yıl önce, İstanbul'da çok sıcak bir Cumartesi günüydü. Madımak'ın sıcağı o gün İstanbul'u da yakacak gibiydi. Haberi Kadıköy çarşısında alıp buz kesilenlerdendim ben.
Madımak ateşinden güçlükle kurtulanlardan biri de Aziz Nesin'di. Oğlu Ali Nesin, türbancılara yandaş çıkıyor bugün. (Burada ve şurada)
*
Adına Her yere kon dedikleri bir soruşturma nedeniyle bu ülkede birçok fikir önderi aylardır tutuklu. Aralarında artık gazetecilik okulunu birincilikle bitirmiş Cumhuriyet gazetesi Ankara temsilcisi var. Komşusu Can Dündar evin saatlerce aranmasından sonra evden bilgisayarların çıkarıldığını görmüş. O sırada gazetecinin 'Bilgisayarımızı niye götürüyorlar?' diye soran küçük kızına, "virüs taraması için..." demek ne acıdır...
*
Ey Avrupa, darbe tezgahçıları bir bir yakalanıyor değil mi? Hani mahkum olmadan kimse suçlu olamazdı medeni hukukuna göre senin? Acaba AB ülkelerinde böyle bir şey olsa ne olurdu? Bir yıl boyunca insan değil, hayvan değil, hiçbir canlıyı hapis tutamazsınız durup dururken!
*
Hasret Gültekin dinliyorum. Suda balık yan gider/açma yaram kan gider diyor. İyi geliyor. Anlıyorum ki türkülerini yakamamışlar Hasret Gültekin'in. Bedenini yaksalar da...

İnsanlığımızdan utanmayacağımız günlerin geleceğini umuyorum.



***
MÜZİK NOTU:

Hasret Gültekin

1 Mayıs 1971'de, Sivas'ın İmranlı kazasına bağlı Han köyünde, Süleyman ve Hacıhanım Gültekin'in üçüncü çocuğu olarak doğdu. Altı yaşında saz çalmaya başladı. On bir yaşında sahneye çıktı. Kadıköy Anadolu Lisesi'nden ikinci sınıfta ayrıldı. İlk resitalini Kadıköy Moda Sineması'nda 1987 yılında verdi.1991 yılında Yeter Fırtına ile evlendi.2 Temmuz 1993'de, Sivas'ta Madımak Oteli'nde 35 kişiyle birlikte yakıldı. 22 yaşındaydı... Ölümünden üç ay sonra oğlu, Roni Hasret Gültekin dünyaya geldi.
Türkülerini yakamadılar...

Başlıca çalışmaları:
Egenin İki Yakası 1997
Gece ile Gündüz Arasında 1989
Newroz 1990
Rüzgarın Kanatlarında 1991
Ayrıntıl bilgi burada.

2 Haziran 2008 Pazartesi

Sürpriz konuklar



Balkonumuzun konukları var: Bir güvercin ailesi...
Evlerini kurmak için bizim balkonu seçmişler. Saksıların arasına çam iğnelerini toplayıp ortasına bir yumurta bırakmışlar. Başından ayrılmıyorlar.




Önce tek yumurta vardı...





Birgün baktık ki iki olmuş yumurtalar. Sepete yerleştirirsek daha rahat edeceklerini sandık. Sepeti çam iğneleriyle doldurup ortasına yumurtaları yerleştirdik ama... ertesi gün bir baktık ki bizimkiler sepeti boşaltıp bildiklerini okumuşlar! Yumurtalar şimdi yine yerde. Çevresini ise çam iğneleriyle çeviriyorlar.
Şimdi merakla yavruların yumurtadan çıkmasını bekliyoruz.
Ha bir de, pire tozu bulmak gerektiğini düşünüyoruz. Ya hayvanlarda pire varsa!
Şurada okuduğuma göre yavrular iki haftada yumurtadan çıkacakmış. Anne ve baba yavruları ilk hafta güvercin sütüyle beslermiş. Bir ay sonra da uçacak hale gelirlermiş. Ondan sonra herhalde arkalarından Güvercin uçuverdi/Kanadın açıverdi türküsünü çığırırız! Bunlardan posta güvercini olur mu? diye sordu ailemizin en küçük üyesi. Belli niyeti kötü... Bakalım, göreceğiz...



"Güvercinim uyur mu?
Çağırsam uyanır mı?"

Güvercinin halk edebiyatındaki ve inanışlarındaki yerine ilişkin ilginç bir yazıyı buraya tıklayarak okuyabilirsiniz.

***

Bu bizim hayvanlar tarafından ilk tercih edilişimiz değil! Daha önce de bir arı ailesi konuğumuz olmuştu! Tabii bizi biraz korkutmuşlardı onlar... Nasıl korkmayalım bir kovan arı salonumuza doldu! Nereden girdiklerini anladığımızda çok şaşırdık!
Salonun bir köşesine fi tarihinde kablolarla ilgili bir delik açılmış sonra da işlevsiz kalınca öylece bırakılmıştı. İşte o arılar o deliği kovan deliği olmaya uygun görmüşler. Arı kovanı da bizim salon oluyor! Arıları salondan atmak epey zor oldu. Salonu arılarla paylaşmak gerçekten zor oluyordu... Bu zorluğu bilmeyenler bize hazır arı oğulu gelmiş keşke bir kovana doldursaydınız. Bir kovan arı bilmem şu kadar lira ediyor, filan dediler ama bir de bize sorun. Deliği defalarca kapamamıza rağmen bir yolunu bulup yine içeri sızmayı başarıyorlardı. O macerada eşimi bol bol arı soktu. Kendisine arı zehrinin romatizmaya karşı ilaç yerine geçeceğini söyleyip züğürt tesellisi verdik!

29 Mayıs 2008 Perşembe

Cehennemin kapısından geçtim!



Cehennem kapısından geçtim evet ama kapıdan dışarı çıktım.
Ilık bir bahar gününde, her tarafın gelinciğe kestiği, yeşilin ve kırmızıların binlerce yıllık taşları süslediği, gezginlere neşe kattığı bir günde gittik Hierapolis'e. Neşeliydik ama burayla ilgili gerçekleri öğrenince aslında hayatla ölümün kolkola girdiği bir yerde dolaştığımızı anladık.




Önce çok geniş bir alanı kaplayan ve hayret verecek derecede sağlam kalmış nekropolde (yani mezarlık) dolaştık. Antik taşlar arasında kertenkeleler cirit atıyordu. Ağızlarına para konarak gömülüyormuş insanlar. Yeraltı dünyasını çevreleyen ırmaktan geçmek için kayıkçıya verilecekmiş bu para. Binlerce yıl önce de para her kapıyı açıyormuş demek. Mezarlar bu fotoğrafın üst kısmında bina gibi duran yapılar. Kimi mezarların iki, ötekilerin tek katlı, kimilerinin ise sadece bir sandık büyüklüğünde oluşu oluşu dikkat çekici.




Burası ölüler diyarıyla canlılar diyarını ayıran kuzey kapısı! Bir tarafı çok büyük bir alanı kaplayan antik mezarlık, bir tarafı Hierapolis kent merkezi. Roma döneminden kalma.
İşte rehberimizi bizi bu kapıdan geçirip cin çukurunun başına getirdi. Neyse ki ters yönde geçtik! Yani biz ölüler diyarından yani mezarlıktan gelip canlılar diyarına yani şehir tarafına girdik. Şimdilik...


Burası Apollon tapınağı altındaki Hades kapısı. Sonradan, geçici olarak taşlarla örülmüş. Hades'in yani yeraltı dünyasının kapısının açık kalması doğru olmazdı zaten...

Köylüler buraya cin çukuru adını vermiş. Oraya giren hayvanların ve üstünden uçan kuşların öldüğünü söylüyorlar ve kendileri de uzak duruyor.Çukurun içi yeraltından gelen suyla dolu. Yapılan bilimsel incelemeler burada karbon dioksit oranının yüksek olduğunu gösteriyor. Yani artık anlaşılmış ki ölümlerin nedeni bu gaz.

Oysa binlerce yıl önce yani antik dönemlerde rahipler suçluları buradan yeraltı ırmağına atıp cehenneme yollarmış. İnanışa göre buradan giren suçsuzlar sağ olarak geri çıkabilirmiş ama suçlular bir daha geri dönemezmiş. Yeraltı ırmağının mitolojik adı bilindiği gibi Styx.

Bilim adamları mitolojide Styx olarak geçen bu yer altı suyunun, aslında travertenleri oluşturan su olduğunu ortaya koymuş. Canlıları öldürüyor ama sonra yer altından ilerleyip travertenlere ulaştığında onlara hayat veriyor. Hayat ve ölüm içiçe...


Neyse ki gezi travertenlerde su oyunlarıyla bitti...


28 Nisan 2008 Pazartesi

Bir fırıncı öyküsü

Yaşlılarla konuşmayı daha doğrusu onları dinlemeyi çok severim. Hepsi birer deryadır. Dünya hakkında size söyleyecekleri çok şey vardır. Geçen hafta karşılaştığım bir öğretmenimin (Antalya Aksu Köy Enstitüsü 1946 mezunu Mehmet Şaban) anlattıkları öyle ilginçti ki yazmadan edemedim. Bilmem ondan izinsiz anılarını yazmamı densizlik sayar mı ama onun anlattıklarından alınacak dersler var.
Mehmet başöğretmenim (senelerce Gaziosmanpaşa’da bir okulda müdür olarak çalışmış) tam seksen iki yaşındaydı. Bana 1940’lı yıllardaki mücadeleli öğrenciliğini anlatırken hem güldü hem ağladı. Ben ise derin düşüncelere daldım.
Onun öğrenci olduğu dönem, biliyorsunuz İkinci Dünya Savaşı’nın dünyayı kasıp kavurduğu yıllar. Biz savaşa girmemiş olsak da savaş Trakya sınırlarımıza kadar gelmiş; ekmek karneye bağlanmış. Herkes yarı aç yarı tok...
Öyle bir dönemde Antalya Aksu Köy Enstitüsü öğrencileri de doymuyor. (O kuşaktan yakınınız varsa dikkat edin sofradaki kırıntıları bile bir bir yerler veya toplayıp bir kavanozda biriktirirler; sonradan köfte hamuruna katmak veya kızartma unu olarak değerlendirmek üzere. Nedeni budur; ekmeği bir zamanlar karneyle almış olmaları. Günlük bir dilim ekmek tayınlarının bir kırıntısını bile ziyan edemeyecek duruma düşmeleri...) Çocuklar birer ikişer köylerine dağılıyorlar. Köylerde ekmek bulma olasılığı daha fazla. Mehmet öğretmen de (herhalde 15-16 yaşlarında o sıra) babasından bir mektup alıyor. Babası “Oğlum eve gelme. Ben evdeki kardeşlerini doyuracak ekmeği bile bulamıyorum,” diyor. Bir baba oğluna bunu demek zorunda kalıyor; düşünün artık... İnsanlar açlıkla terbiye oluyorlar yani... (Mehmet öğretmen sözünün burasında ağlamaya başladı.) Babasından umudu kesince ilçeye gidiyor. İlçedeki doktor onun haline acıyor. “Oğlum,” diyor. “Bizim eve git de karnını doyur.” Mehmet günlerdir karnı doymamış olduğundan, doktorun evinde ailenin bir haftalık ekmeğinin yarısını bir oturuşta yiyor. Doktor durumu görünce kızamıyor. “Gel,” diyor. “Seni bu yaz bir işe yerleştireyim. Hem okul harçlığı çıkarırsın, hem de karnın doyar.” Ve Mehmet’i kasabanın fırınına çırak veriyor.
Mehmet akıllı bir çocuk. Orada kısa sürede ustasından ekmek yapmayı öğreniyor. (Hatta bana maya yapmayı bile anlattı. Biliyorsunuz ekmek mayası hazır alınan bir şey. Ama mayanız yoksa ne yaparsınız ekmeğin taşması için?)
Öykünün bundan sonrası tahmin edileceği gibi gelişiyor. Okulda bir fırıncıya gereksinim olunca Mehmet bu işle görevlendiriliyor. Gece belli aralıklarla kalkıp mayayı hazırlıyor, hamuru tutuyor, hamurun mayalanmasını kontrol ediyor, ekmekleri hazırlıyor ve kahvaltıdan önce ekmeği hazır ediyor. Sonra bütün öğrencilerle birlikte ders başı yapıyor. Kısacası gündüzü öğrenci, geceyi fırıncı olarak yaşıyor.
İşte Mehmet Şaban, bu yoksul köy çocuğu böyle okuyup, başöğretmen oluyor. Daha binlerce köy enstitülü yoksul çocuk gibi... Sonra da doğdukları yörelerde çevrelerine ışık saçıyorlar. Şimdi hepsi sekseni devirmiş o kuşak çevrelerine ışık veren birer mum olmuşlar, kendilerini hiç düşünmeden. Bilirsiniz mum dibine ışık vermez. Çalmamış çırpmamış, hepsi de yoksul ve onurlu. Son yıllarda basında köy enstitülerine karşı ağzı olanın konuşmasına, galiz küfürler edilmesine karşın başları dimdik. Sırtları seksen yılın ağırlığıyla bükülmüş olsa da...

17 Nisan 2008 Perşembe

O BİR KÖY ENSTİTÜSÜDÜR

Çoktan yıkılıp gitti Atina
Mermer yapıları, ünlü yargıçları toz
Ama Sokrates
Egemen kılıyor bin yıl sonra da
Yöreye dostluğu, aklı
Başlıyor Diyonisos şöleni ve imece

Anitosları Meletosları günümüzün
Bu kez boşuna yırtınmanız
O bir Köy Enstitüsüdür her yerde
Bilge toprağı Anadolu’mun
Erdirir başakları, üzümleri, sevinci
“Hitit Güneşi’nde...

Bakarsın Montaigne’dir kendini açıklar
Nazım’dır söyler yiğit şiirini
Rakı içer Tonguç’la akşamları
Taş kırar, yol döşer sabahlara dek
Işır karanlığın dibinde
“Roma Mozaikleri”

Merhaba Yunus, merhaba Hayyam
Merhaba altın hasatlar
Dilinde türküsü “Halk Ana”nın
Bal peteğine döndürmüş günü
Derken çağın karanlığını sarsan
Taptaze bir Babeuf rüzgarı
Merhaba yaşamak

Merhaba evren

Mehmet Başaran

20 Mart 2008 Perşembe

Dünya Şiir Günü

Ve şairler boyuna kimlere yazarlar
yıkılmış köprülerin başında
ürkmüş boşluktan biri inliyorsa
ve şairler onlara geldimlere yazarlar
Bunlar Necatigil'in dizeleri. Yazı adlı şiirinden. İnsanda her kötülüğe karşın umut varoldukça şiir de var olacak der gibi. Oruç Aruoba'nın şiirin felsefeden bile önce geldiğini ileri sürdüğünü okumuştum bir yerlerde. Yarın (21 Mart) Dünya Şiir Günü. Yani şiirin sonsuzluğuna inananların günü.
Bu sene PEN, 2008 şiir büyük ödülüne Ahmet Oktay'ı değer bulmuş. Ödülü kendisine 21 Mart'ta düzenlenecek etkinlikte verilecek. Her yıl olduğu gibi bu yıl da gün dolayısıyla bir bildiri kaleme alınmış. Bu yılki şiir bildirisi şöyle:

ŞİİR: "DİLİN İÇİNDEKİ YABANCI DİL"
Şiirin iç çekişinde ya da haykırışında duyduğumuz, varlığın ve varoluşun sesidir. Eğer şiir, en derin metafizik kaygıları olduğu kadar, en güncel politik istekleri de dile getirebiliyorsa, bu ; hem toplumsal etkinliğimize hem de tinsel beklentilerimize ait oluşundandır. Şiiri bir biçim sanatı olarak tasarlamak ya da tanımlamak, onu bir içerik sanatı olarak da tanımlamaktır. Biçimi olmayan hiçbir öz ve vice versa; özü olmayan biçim yoktur. Sadece ilişkiler ve karşıtlıklar vardır şiirde. Evet'le hayır arasında diyalektik bir gidiş geliş, Şiir budur. Şiirsel imge, tam da Hegelci/Marksçı anlamda, karşıtların birliği ve çözülüşüdür. Tam da bu yüzden, şiirden hem her şey, yani tinsel ve toplumsal yaşamımızın olumlu ve olumsuz ögeleriyle dolmuş bütünlüklü görünümünü dillendirmesini hem de hiçbir şey olmamasını, yani göndergesiz bir söylem kurmasını bekleriz. Ama son kertede şiir, Pindaros'tan bu yana, toplumsala gömülüdür ve toplumsal olarak düzenlenmiştir. Şiir, belirsizlikle doludur. Şair, başladığı bir şiir hakkında bir ön düşünceye sahip olsa bile, şiirinin bütününün ne olacağını bilmez. Şiir, bir yerde bilinçdışı ile bağlantılıdır. Iris Murdoch, şiirin "doymak bilmez her yerde oluşundan" söz eder. Evet, her yerdedir şiir. Şiirsel dil, sınırları iyice belirgin bir şey'in ya da bir duyumun, betimi değil, bir haline geliş'in dilidir. Deleuze/Guattari ikilisinin sözleriyle, şiir "dilin içindeki yabancı dildir" Şiir, en uzlaşmacı göründüğü noktada bile, yabanıl ve hayırlayıcı olmayı başarır. Verili gerçekle yetinmeyiş, şairin başkaldırıcı gücünün besleyici toprağıdır. Şiirin düzeni, son kertede bir düzensizliği ima eder. Küresel kapitalizm imgeler alanını, yani sanatsal alanı da sömürgeleştirmiş bulunuyor. Ama şiiri halâ sömürgeleştiremedi ve Pazar Ekonomisi'ne eklemleyemedi. Magazinel edebiyat basını, şiiri halâ manşet yapamıyor ve ayağa düşüremiyor. Nietzsche "çekiçle felsefe yapmaktan" söz etmişti. Şair, halâ çekiçle yazabiliyor.

19 Mart 2008 Çarşamba

Çocuklar toplumun aynası


doctus


Doctus çocuk istismarı konulu bir etkinlik başlatmış. Meltem de beni MİM'lemiş. Seve seve katılıyorum. Teşekkürler Meltem...
...............

Çocukluğumdan (herhalde beş altı yaşlarım olmalı) hatırladığım en erken şarkı “Yağ satarım bal satarım/ Ustam ölmüş ben satarım/ Yağ satarım bal satarım/Yağlıca ballıca dayak atarım.” Bir çocuk şarkısı olarak ne korkunç değil mi! Peki ama bu çok bilindik çocuk şarkısı neden dayak ve ölüm içeriyor? Acaba dayağın ölümün şiddetin çocuk oyunlarına kadar girebilmesinin nedeni, maddi ve manevi şiddetin hayatın bu kadar içinde olması, iyice kanıksanması mı?
Yine çocukluğumda radyoda Çocuk Bahçesi diye bir program vardı. ’Arkası Yarın’ın çocuk versiyonu... O diziyi hiç kaçırmazdım ben. Attikus'lu, Işık Yenersu'lu Bülbülü Öldürmek vardı. Heidi Alp Dağlarının Kızı piyesinin anons müziği de unutulmazlarımdandır. Neşeli bir müzik içinde koyun meleyişleri, çıngırak sesleri. Hatırladıkça hala mutlu olurum.
Düşünüyorum da ben evde (ve ilginçtir ki okulda sıra dayağı denen şeyde, -yani cetvelle ellere vurma- sıra bana gelince öğretmen en hafifinden vururdu; çünkü ben o daha vurmadan ağlamaya başlardım:)) suçsuz yere cezalandırılmak o kadar gücüme giderdi) hiç mi hiç duyumsamadığım şiddeti galiba sokakta duyumsadım.
Duyumsayınca da sudan çıkmış balığa döndüm. Acaba ben mi onlara uymalıydım onlar mı bana?

Ben çocukların fiziksel, cinsel, duygusal istismarı ve ihmali gibi çok geniş kapsamlı bir konuyu sadece aile açısından ele almak istiyorum. Çünkü sorunun aileden başladığına inanıyorum. Okulla devam ediyor ve bütün topluma dalga dalga yayılıyor. Çoğu zaman da şiddet biçimini alarak... Çocuk istismarının nedenleri* arasında, ekonomik sıkıntılar ve anne babanın çocuğa (gerek ekonomik yetersizlik gerekse de çok çocuklu olmak, bilinçsizlik, kendisi de aynı şekilde yetiştirilmiş olmak gibi nedenlerle) yeterli ilgiyi verememesi başta geliyor. Bu nedenle anne (ve baba) eğitimi çok önemli. (Hani bir AÇOK’lar vardı. Ne oldu onlara?)
‘Okullarda niye şiddet var?’ ‘Bu topluma da ne oluyor böyle?’ veya 'Internet'teki bu çocuk istismarı sitelerinin sayısı neden bu kadar çok?' demeden önce herkes kendi kapısının önünü temizlemek zorunda. ÇOCUK İSTİSMARINA SON sloganını ben bu bağlamda algılıyorum. Oysa arada bir okşanmadan (!) çocuk yetiştirilmez diye düşünen eğitimli(!) anne çok. Bu nedenle çocuk istismarına son kampanyası gibi etkinliklerle bir farkındalık oluşturmanın yararına inanıyorum. Denize denizyıldızı atanların sayısı bir kişi fazla olsa fena mı olur?
Dilerim hiçbir çocuğun gülüşü solmasın. Hepsi Attikus ve çocuklarının sevgi bağlarıyla örülmüş, Heidi ve Peter gibi özgür ve mutlu olsunlar.


.............

* Çocuk İstismarını Önleme Derneği’nin sitesinde istismara yol açan riskler şöyle sıralanıyor:


• Ciddi ekonomik sıkıntı
• Çok çocuklu aile, kardeşler arasında yaş farkının az olduğu durumlar.
• Üvey ebeveyn, tek ebeveyn.
• Alkol- uyuşturucu bağımlısı ebeveyn
• Kendisi de çocukluğunda istismar görmüş ebeveyn
• Çok genç anne
• Eğitimsizlik
• Aile içinde geçimsizlik, gerginlik
• Aile içi şiddet, diğer çocukların da istismara uğramış olması
• Ailede ruhsal hastalık
• İstenmeyen gebelik sonrası doğmuş çocuk
Çocuğun kendinden kaynaklanan özellikler ( sakatlık, prematüre ya da düşük doğum ağırlığı, hiperaktif, zihinsel engelli)

4 Mart 2008 Salı

"Başkalarının Acısına Bakmak"

Filistinliler neye benzer? Susan Sontag “Başkalarının Acısına Bakmak” adlı kitabında başkalarının acısına görüntülerden (televizyon, gazete, fotoğraf) bakan insanoğlunun hemcinsine nasıl duyarsızlaştığını anlatır. Başkalarının acısı insanlar için bir seyir malzemesi oldu artık. O kadar çok öldürülen Filistinli görüyoruz ki artık olanlara duyarsızlaşıyoruz. Beyin yıkama aleti olarak televizyon beynimizi iptal ediyor adeta. Karşılaştığımız bilgi bombardımanı nedeniyle, ilgimizi aynı konuya bir türlü odaklayamıyoruz. Filistin haberlerini de diğer haberler gibi tüketip geçiyoruz. İsrail tanklarıyla tüfekleriyle Gazze’de dolandı durdu günlerce. Amerika’nın sesi çıkmadı elbette. İsrail'in Sderot kasabasına düzenlenen roket saldırısının 1 sivilin ölümüne yol açmasının ardından, Gazze Şeridi'ndeki 3 büyük yerleşim bölgesine giren İsrail zırhlı araçları ve özel birlikleri, 22'si çocuk, yarısına yakını sivil olan en az 116 Filistinlinin ölümüne, 350'sinin yaralanmasına yol açtı. Kimdir bu Gazze’de sürgün yaşayan Filistinliler, neye benzerler acaba? 1948’den beri sürgün yaşamak ne demektir? Boğaziçi Üniversitesi’nde okuduğum yıllarda bir Filistinli arkadaş grubum oldu. Birlikte Filistin folkloru çalıştık. Daha doğrusu onlar bize öğrettiler. Kimisi zengin kimisi orta halli ailelerin çocuklarıydı. İstanbul’a üniversite okumaya gelebildiklerine göre fakir yoktu aralarında sanırım. İçlerinden bazıları Yeniköy’de bir evde otururdu. O evde bize Arap yemekleri pişirmişlerdi bir gün. Etli pilav cinsinden yemekler, yanında salatalarla. Türkçeyi pek kıvıramamışlardı. Bir de babası Filistinli annesi Türk bir arkadaşım vardı yine o yıllarda. Evlerinden yurtlarından edilmiş Filistinlilerin dağılan kolyenin boncukları gibi dünyanın her yanına dağıldığını onlarla konuşmalarım sırasında anlamıştım. Kimisinin ailesi Ürdün’de kimisinin Arabistan’da, Suriye’de vb... Kimisi gerillalığa ara verip gelmiş, kimisi petrol zengini babasının parasını yemekle meşguldü. Ortak özellikleri ise vatansızlıklarıydı. Yine de kendi geleneklerini ve kültürlerini bizlere öğretmeye ve yaşatmaya çalışıyorlardı. Oysa onları daha yakından tanımak çok kolaydı. Suriye bir minibüse atlayıp gidebileceğiniz mesafede Hatay’dan. Beyazıt meydanında dolaşırken karşılaşacağınız bir Bağdat’lı gezgini kendi insanınız sanırsınız. Yüzü size o kadar benzer ki. Yani sıcak ve dosttur Ortadoğu insanı. Yine ilkgençliğimde ben Doğu /Güneydoğu Anadolu ve Ortadoğu’luları hep esmer sanırdım; bu Filistinlilerin üçte birinin sarışın mavi gözlü olduğunu görünceye kadar. Sonra bir gün Antep’li bir arkadaşım ‘bizim oralardan ne de olsa Haçlılar geçmiş’ dedi de meseleye uyandım! İşte bu dağılmış kolyenin rengarenk boncuklarından yüzden fazlası daha İsrail tarafından avlandı. Tek suçları İsrail’in kendine istediği topraklarda doğmuş olmaktı. Bense her Ortadoğu haberinde olduğu gibi yine bize kendi folklor oyunlarını öğreten Hani’yi Ala’yı, Muhammed’i, düşündüm durdum. Hala sağ olduklarına pek ihtimal veremesem de... Yine de umut her zaman vardır; çünkü sular yükselince, balıklar karıncaları yer ama sular çekilince de karıncalar balıkları yer... Müzik notu: Buraya Filistinli genç yetenek Rim Banna'nın çocuklara ağıtlarından birini koymak istedim ama youtube'da bulamadım. Bir başka şarkısını dinleteyim.Fares Oude.
.............................................

Ağlama Ortadoğu

Kül, yeniden ateşiyle barışıyor
Amerika senin yüzünden
Titriyor dağları Ortadoğu'nun
Amerika senin yüzünden
Ağlama çocuk toprağa kulağını daya
Yeni değil bu, Küba, Vietnam, Irak
Ağlama, tarihi dinle ve güven
Gözyaşların kalkanın olsun, bırak
Gül yeniden dalıyla barışıyor
Amerika senin yüzünden
Ürperiyor ağacı özgürlüğümüzün
Amerika, yenileceksin, inan
Artık her yer Afganistan! (Şiir:A.Erhan)

....................
Gazze’de katledilen masum sivillerin anısına...
* * *
1
Boya kutusunu önüme koyuyor oğlum
Bir kuş çizmemi istiyor benden
Kül rengine batırıyorum fırçayı
Bir dörtgen çiziyorum, üstüne bir kilit ve çubuklar
Oğlum, gözleri dehşet dolu, diyor ki bana:"Ama bu bir hapishane...
Yoksa bilmiyor musun baba, kuş çizmeyi sen?"
Oğlum, diyorum ona, ayıplama beni
Kuşların biçimini unuttum inan.
2
Kalem kutusunu önüme koyuyor oğlum
Bir deniz çizmemi istiyor benden
Kurşun kalemi alıyorum
Siyah bir daire çiziyorum
Oğlum diyor ki bana: Ama bu siyah bir daire, baba
Deniz çizmeyi bilmiyor musun yoksa?
Ona diyorum ki: Oğlum
Eskiden deniz çizmekte ustaydım
Ama bugün...Oltayı aldılar benden
Av yaklaşmıştı oysa...
Mavi renkle konuşmamı da yasakladılar
Özgürlük balığını yakalamamı da.
3
Resim defterini önüme koyuyor oğlum
Buğday başağı çizmemi istiyor benden
Kalemi alıyorum
Bir üçgen çiziyorum ona
Resim sanatındaki bilgisizliğime şaşırıyor oğlum
Şaşkın şaşkın diyor ki:Üçgenle başak arasındaki farkı bilmiyor musun baba?
Ona diyorum ki, oğlum
Eskiden başağın biçimini bilirdim ben
Somunun biçimini
Gülün biçimini.
Ama bu metalik çağda
Ormanın ağaçları
Silahlı adamlara katıldı ya
Güller, lekeli giysilere büründü ya
Silahlı başaklar çağında
Kuşlar silahlı
Kültür silahlı
Din silahlı
Bir somun alsam
İçinde tabanca buluyorum
Bir gül koparsam bahçeden
Silahını dayıyor burnuma
Bir kitap alsam kitapçıdan
Parmaklarımın arasında patlıyor...
4
Yatağımın kenarında oturuyor oğlum
Bir şiir okumamı istiyor benden
Gözümden bir damla yaş düşüyor yastığa
Korkuyla izliyor oğlum ve"Ama baba diyor, bu gözyaşı, şiir değil!"
Ona diyorum ki: Büyüdüğün zaman oğlum
Arap şiir kitaplarını okuyunca
Sözcükle gözyaşının kardeş olduğunu göreceksin
Ve Arap şiirinin yalnızca
Parmaklar arasından çıkan
Bir damla gözyaşı olduğunu...
5
Oğlum kalemlerini, boya kutusunu önüme koyuyor
Bir yurt çizmemi istiyor benden
Fırça titriyor elimde
Ağlayarak düşüyorum...



....................................................



Haluk Şahin yazmış aşağıdaki yazıyı: Yetti artık şu elit safsatası. Yedi yıldızlı otellerde düğün yapan para babaları mı yoksa beş yüz bin emekli maaşıyla yaşamaya ve ekmeğinin onurunu korumaya çalışan insanlar mı halk bu ülkede? Ülkenin tüm para kaynaklarını ele geçirmeyi hedefleyenler mi elit yoksa kolejlere parası yetmeyip yatılı okullarda okuyup meslek sahibi olan askerler ve hukukçular mı? Kimin hakkını kim gaspediyor? Kim ne için meydanlarda sesini çıkarıyor? Cevaplar çok açık aslında. Bundan ötesi çıkar hesaplarına girer... Bazılarının halk mitingleri için bu kadar delirmesi de olsa olsa kuyruklarına basıldığı içindir...

22/02/2008
Türkiye'deki değişimi, toplumu baskı altında tutan laik bir elit ya da seçkinci tabakayı demokratik yollardan tasfiye mücadelesi olarak tanımlayanlardan geçilmiyor. Ülkemizin son dönemlerde yaşadıklarını basitleştirdiği için, yabancı gazetecilere ve bu arada özellikle etkili gazete New York Times'ın Türkiye muhabiri Sabrina Tavernise'e pek çekici gelen bu iddiaya da eleştirel olarak bakmanın zamanı gelmedi mi? İşin ilginç yanı, ben bu analizi ilk olarak New York Times'ın büyük patronu Arthur Sulzberger jr.'den duymuştum. Sanırım 1998'de, New York Times'ın o zamanki İstanbul Büro Şefi Stephen Kinzer, Tarabya'da bir balık lokantasında yemek vermişti. Sulzberger'in yanı sıra Fazilet Partisi milletvekili Abdullah Gül ve birkaç başka gazeteci vardı. Türkiye'de o dönemde yaşananları yanıma düşen Sulzberger'e anlatırken adam birden celallendi: "Siz laik elitler halkın yönetime karışmasını istemiyorsunuz" türünden bir şeyler söyleyince sinirlenme sırası bana geldi: "Siz hangi elitten bahsediyorsunuz? Benim babam Anadolu'nun yoksul bir köyünde doğmuş, devlet burslarıyla okumuş. Ben ikinci kuşağım. Ama isterseniz sizin ve Amerikan elitinin yedi kuşaktır gittiği bir avuç liseyi ve üniversiteleri sayayım ve size sorayım. Siz bunlardan hangilerine gittiniz?" Tatsız bir gece oldu. Amerikan oligarşik elitinin en tepesinden gelen birinin bize halkçılık pozu atması tepemi attırmıştı. Daha sonra bu 'laik elit halka karşı' formülü hem yabancı muhabirler hem de bizim liberaller tarafından benimsendi. AKP'nin yükselişi, halkın laik seçkincilere karşı demokratik başkaldırısı olarak resmedildi. Karşı konulamayacak kadar cazip bir tanımlamaydı bu. Kim baskıcı elitlere karşı mücadele veren mazlumlardan yana olmak istemez ki! Bu basmakalıp analiz öylesine yaygınlaştı ki, Cumhuriyet mitinglerinde meydanlara dökülmüş ve cebindeki üç-beş liranın hesabını yapan emekli öğretmenlerden, horlanmış işçilerden ve yorgun ev kadınlarından bu elitin temsilcileri olarak söz edildi. Ne eliti! Geçim sıkıntısından kıvranan, lokantaya gidecek para bulamayan alt-orta ve orta sınıf ne zaman oligarşik elit oldu? Dendi ki "Tüm elitler gibi onlar da kendi ayrıcalıklarını savunuyorlar. Vakti dolmuş tüm elitler gibi onlar da silinip gidecekler!" Hangi ayrıcalık? O kalabalıklara katılanların büyük bir çoğunluğu hayatında lüks otel lobisi bile görmemiştir. Hayatında uçağa binmemiş olanları çoğunluktadır. Elit oldukları için o meydanlarda değildi onların çoğu: Cumhuriyet'in eğitim sisteminin yıllar boyu onlara öğrettiklerine inandıkları için oradaydılar. Kendilerine bebeklikten itibaren öğretilenlerin doğru olduğunu sandıkları için oradaydılar. Onlara Atatürk'ün kıyafet devriminin çok önemli olduğu anlatılmıştı. Kadının örtülerini atıp sosyal hayata katılmasının medeniyetin vazgeçilmez bir özelliği olduğu söylenmişti. "Günün birinde bu devrimlerin tehlikede olduğunu fark edersen sakın yöneticilerin uyanmasını bekleme, kendin müdahale et!" diyen nutuklar ezberletilmişti... Ve onlar, gittikleri okullarda, katıldıkları bayramlarda kendilerine binlerce kez söylenen bunlara inanmış, hayatlarını ona göre kurmuşlardı. Şimdi onlara "Geçmişe mazi derler" deniyor ve ekleniyordu: "Sizi gidi ayrıcalıklı ve baskıcı bir elit mensupları sizi! Size öğretilenleri doğru sandınız ha!" Kimin tarafından mı deniyordu? Çocuklarına yedi yıldızlı otellerde trilyonluk düğünler yapanlar tarafından deniyordu. Lüks mağazalardan 300-500 avroya başörtüsü eşarp alanlar tarafından deniyordu. Sosyolojide 'elit'in çeşitli tanımları ve türleri vardır: Eğer söz konusu olan 'sınıfsal' ayrıcalık ya da zenginlik ise, o elit, TÜSİAD'ı ve MÜSİAD'ıyla geçen seçimde AKP'yi destekledi.. Eğer 'eğitsel' bir elitten söz ediliyorsa, onların kremasını oluşturan liberaller de AKP'den yanaydılar. Eğer hacı hoca, tarikat reisi, cemaat lideri türünden 'dinsel' elitten söz ediyorsak onların da kimi destekledikleri belli. E, ne kalıyor geriye? Çoğu köylü çocuğu olan askerler ve yargıçlar mı? Sosyoloji kitaplarına göre, 'siyasal' elitin temel işlevlerinden birisi ülkenin yöneticilerini içinden çıkarmaktır. O ölçüte göre bir bakar mısınız son çeyrek yüzyıla; Turgut Özal, Abdullah Gül ve Recep Tayyip Erdoğan nereden çıktılar? Bir kuşakta zirveye ulaşılabilen bir ülkede katı ve baskıcı elitist bir sistemin olduğundan söz edilebilir mi? Yeter artık bu kadar safsata! Yabancıları da, kendimizi de kandırmayalım!


BİR EK YAPAYIM BU UZUN YAZIYA OLDU OLACAK... Aynı konuda Gündüz Vassaf da farklı düşünmüyor, Radikal'de 17 Mart tarihli yazısından benim anladığım. Türkiye'nin bir Amerikan projesi olduğunu hala göremeyenler olması ne tuhaf.

"Günümüzde yabancı basında Türkiye, "NATO ülkesi" yerine kendisine yeni biçilen rolle "Müslüman ülke" kimliğiyle tanıtılıyor. (Oysa Batı ne Japonya'dan budist ülkesi diye söz eder, ne Kanada'dan Hristiyan, ne de Hindistan'dan Hindu diye) Türkiye'nin hızla benimsenen ve benimsettirilen yeni kimliğine uygun yeni bir tarih yazılıyor, yeni bir geçmiş yaratılıyor, yeni bir cepheleşme, gündelik yaşamda yeni bir dil oluşturuluyor. New York Times gibi gazetelerin öncülüğünde yabancı basının yansıttığı tabloya göre, cumhuriyet boyunca devlet seçkinleri tarafından yönetilen Türkiye'de değişim rüzgarları esiyor. Kuruluşunda solun, hatta komünistlerin de desteklediği Demokrat Parti "Yeter söz milletindir" diye Ankara'ya karşı Anadolu'yu seferber ederek tek parti istibdatına baş kaldırmamış gibi, sanki çobanlık yapan Demirel ve akranları, köy kökenli Özal ve biraderleri Çankayalı olmamış gibi, sanki Sabancılar, Koç'lar gibi Türkiye'de zenginler, Genel Kurmay Başkanı askerler hiç "halktan" gelmemiş gibi, aynı onlar gibi devlet ve ABD'yle bütünleşen günümüz iktidar ve yandaşlarını, üstelik mağdurlarmış gibi, ilk diye lanse ediyorlar. Günümüzde yabancı basında Türkiye, "NATO ülkesi" yerine kendisine yeni biçilen rolle "Müslüman ülke" kimliğiyle tanıtılıyor. (Oysa Batı ne Japonya'dan budist ülkesi diye söz eder, ne Kanada'dan Hristiyan, ne de Hindistan'dan Hindu diye) Türkiye'nin hızla benimsenen ve benimsettirilen yeni kimliğine uygun yeni bir tarih yazılıyor, yeni bir geçmiş yaratılıyor, yeni bir cepheleşme, gündelik yaşamda yeni bir dil oluşturuluyor. New York Times gibi gazetelerin öncülüğünde yabancı basının yansıttığı tabloya göre, cumhuriyet boyunca devlet seçkinleri tarafından yönetilen Türkiye'de değişim rüzgarları esiyor. Kuruluşunda solun, hatta komünistlerin de desteklediği Demokrat Parti "Yeter söz milletindir" diye Ankara'ya karşı Anadolu'yu seferber ederek tek parti istibdatına baş kaldırmamış gibi, sanki çobanlık yapan Demirel ve akranları, köy kökenli Özal ve biraderleri Çankayalı olmamış gibi, sanki Sabancılar, Koç'lar gibi Türkiye'de zenginler, Genel Kurmay Başkanı askerler hiç "halktan" gelmemiş gibi, aynı onlar gibi devlet ve ABD'yle bütünleşen günümüz iktidar ve yandaşlarını, üstelik mağdurlarmış gibi, ilk diye lanse ediyorlar. "

21 Şubat 2008 Perşembe

Kadın Dili: Beauvoir, Alatlı

Zaman gazetesi, Alev Alatlı’nın kadın diline ilişkin yazısını sansürlenmiş. Yol ayrımına yeni bir örnek mi? Malum, AKP ile liberal aydınların altı yıldır paralel giden yolu bugünlerde ayrılmış görünüyor. Erdoğan’a karşı sert yazılar kaleme almaya başladılar bile. Ne güzel yakışıyorlardı aydın olma haliyle ampul simgeli AKP birbirine halbuki...

Türban konusunda elbette kadınların belirleyici olmasını savunmak gerekiyor. Alatlı’nın söz konusu yazısında söylediği de bu: “Her halûkârda, konu üzerinde tartışacak, uzlaşma zemini arayacak, meseleyi çözüme ulaştırmaya çalışacak olan kadınlardır; kadınlar üzerinden ahkâm kesen muhalif ya da muvafık erkekler değil... Rahmetli Meriç’ten mülhem bir ifadeyle, kavga, kadın ile kaderi arasında olmalıdır, kadın ile kelimeler arasında değil.”

Medyatava yazarı Neslihan Acu da, konuyu irdeliyor, Alev Alatlı'nın yayınlanmayan yazısı, liberallerin isyanı ve kadın dili üzerine kaleme aldığı yazıda. "Muhafazakar medyanın erkekleri belki sadece kuş dilini, kepçe dilini, bir de yabancı dilleri bilir dil olarak ama işte bir de kadın dili vardır," diyor.

Kadının saçını kapaması tartışmaları sürerken bir de açılıp saçılması konusu çıktı. Tesadüf sayılmaz elbette. Her ikisi de kadın üzerinden giden bu tartışmalarda herhalde erkeklerin başı çekmesini yadırgamak gerekir. Simon de Beauvoir’ın Hürriyet’te basılan fotoğrafı üzerine çok yorum yapıldı. Köşe yazarlarının bazıları neyse ki fikirlerine de atıfta bulundular.

E. Özkök, Beauvoir’ın güzel bir kadın sayılamayacağından hareketle, “Kadını güzel yapan, efsane haline getiren başka şeyler de var. Dedim ya, mesele aynanın önünde öyle durmayı bilmek,” diye yazdı.

R. Muhtar’ın dilinde ise hala ”feminizm kadını erkekleştiren bir ideoloji” teranesi var. “Kendileri aşk hayatını dolu dolu ve kadın gibi yaşayan erkekleşmeyen kadınlardı onlar... İzlerinden gidenler erkek gibi olmayı kadınlık zannettiler...” diye yazıyor. Bu fazla kaba bir genelleme olmuş bana kalırsa. Bu kısmına pek katılamasam da “Feminizm kadın haklarını savunduğu ölçüde ilericileşmiş, kadınları erkeklere benzettiği ölçüde zırvalamıştır...” da diyor ki buna katılmamak mümkün değil. (R. Muhtar artık ciddi yazılar yazıyor gördüğünüz gibi...)

Bu iki köşe yazarının çok beğendiği anlaşılan fotoğrafa Enis Batur’un yorumu şöyle:"Ne var fotoğrafta, aslında hiçbir şey. Yazarları, düşünürleri üryan görmeye alışmamışız, hepsi bu. Yarım yüzyıldır çekmecede kalmış bu fotoğrafın yayımlanmasına diklenenler tuhafıma gidiyor açıkçası: Simone de Beauvoir’ın mektupları daha az mı çıplaktı?"

Eh bu kadarına da şükür. Beauvoir’ın düşünceleriyle hiç mi hiç ilgilenmeden sadece fotoğrafıyla da ilgilenenler çok... Günümüzün göstermeye dayalı dünyasının hep yaptığı gibi... Oysa Beauvoir’ın gerçeği -bir düşünür olarak- elbette düşünceleridir; görüntüsü ise sanal tarafıdır.

Günümüzde sanal değerler üzerinden konuşulduğunu, "liberal" dünyada bunun makbul olduğunu, bu fotoğrafın kopardığı kuru gürültü de gösteriyor. Türban tartışmalarında Alev Alatlı’nın sesini kısıp erkeklerinkini duyurma gayretleri aynı gerçeğe işaret ediyor. Asli değerleri yutan, bunun yerine sanal değerleri pazarlayan bir dünyada yaşıyoruz ne yazık ki.

.........
Dip not: Bir müzik/site önerisi. Bu karamsar havayı biraz olsun dağıtmak için. Bisküvi Adam, genç ve ışıltılı bir grup. Yeni sesler dinlemek isteyenlere. Taze gevrek müzikler yapıyorlar. Hani eskiden Bisküvi Adam alırdı anneler çocuklarına. Çayla iyi giderdi. O eski bisküviler gibi işte. Buradan dinleyebilirsiniz.

27 Ocak 2008 Pazar

"Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?"


Abidin Dino sergisi* bugün bitiyor. Mutlululuğun (ve mutsuzluğun) resmini görebilenlere ne mutlu! Bu sergiye gitmeyi ve çektiğim resimleri yayınlamayı çok istedim ne yazık ki olmadı. Benim gibi sergiyi görmek isteyip de göremeyenler için birkaç sergi fotoğrafı eklemek istedim buraya. Bu fotoğrafları bütün sergilerin, toplantıların, organizasyonların "müdürü" sevgili arkadaşım Dündar İncesu çekti. Cömert paylaşımın için teşekkürler Dündar.



Abidin Dino'nun gözünden doğduğu büyüdüğü kent İstanbul. Dino 1952'de siyasi nedenlerle (komünizm suçlamasıyla) aldığı sürgün cezası sona erince Türkiye'den kesin olarak ayrılıp Fransa'ya yerleşti. Ömrünün sonuna kadar (1993) Paris'te, anavatanından uzakta yaşadı...



Dino'nun Paris'te 1968 öğrenci olayları sırasında gazeteciler arasında olayları izlerken ayaküstü yaptığı çalışmalardan biri. Aynı zamanda sanatçının monokrom tutkusunu da yansıtıyor.


"Bu adamlar, Dino
Ellerinde ışık parçaları,
Bu karanlıkta, Dino
Bu adamlar nereye gider?
Sen de, ben de, Dino
Onların arasındayız,
Biz de, biz de, Dino
Gördük açık maviyi."

Nazım Hikmet'in bu şiiri Dino'nun bu tablosu için olmasa da bir başka 'Yürüyüş' tablosu için yazılmıştı. Ama onların bugünün bireyciliğine çok uzak toplumculuklarını ortaya koyan güzel bir şiir bence. Bu arada, itiraf etmeliyim ki varlıklı ailelerden gelme bu iki adamın yoksul halk kitlelerini dert edinmeleri her zaman ilgimi çekti. Bunun nasıl olabildiği üzerine sık sık kafa yorarım ben...



Dino'nun uzun parmaklı sanatçı eli. Eller ve ayaklar üzerine çok güzel bir serisi de var Dino'nun... İnsanların kemik yapılarının güzelliği sanatçıyı etkilemiş olmalı. Tabii en önemlisi elin homo faber (işleyen/iş üreten insan) için taşıdığı önem...



Çok beğendiğim bir başka dizisi de çiçekler üzerine. Birkaç dikey ve yatay çizgiyle mucizeler yaratıyor öyle değil mi?

* Abidin Dino, Bir Ömür, Sabancı Müzesi
Not: Biyografik bilgiler için Abidin Dino'nun ve eşi Güzin Dino'nun anılarına bakılabilir:
Gel Zaman Git Zaman Abidin Dino'lu Yıllar, Güzin Dino, Can Y.
Kısa Hayat Öyküm, Abidin Dino, Can Y.
Bir not daha: Başlıktaki klişeleşmiş sözü Nazım Hikmet Küba için söylemişti bilindiği gibi. Küba'daki mutluluk, Dino'nun ve Nazım'ın toplumcu sanatı, işleyen ele övgü... Bugünün insanlarına ne kadar uzak hepsi de!

19 Ocak 2008 Cumartesi

Ahmet Cemal'in çığlığı

Sözün bittiği yer...

Ahmet Cemal'i bilir misiniz? Niteliksiz Adam gibi, Milena gibi üstün nitelikli pekçok kitabın çevirmenidir. Çok donanımlı bir aydın ve gerçek dost (eskilerin deyişiyle hakikatli) bir insandır. Bütün bu niteliklerin neo liberal palavralar ülkesi Türkiye'de, paraya tahvil edilemediğini gösterircesine, gecenlerde Cumhuriyet'teki köşesinde parasızlıktan artık kirasını bile ödeyemediğini, yazdı.
Ahmet Cemal, bu ülkede nitelikli aydın olmanın bedelini ödüyor. Çevirdiği kitaplar ona kirasını ödeyecek kadar bile gelir getirmiyor. Büyük ve paralı yayınevlerinde basılsalar bile! Çevirisi uzun zaman alan nitelikli eserler yerine, paraya daha çabuk tahvil edilebilen hafif kitaplar çevirseydi ya da şiir ve deneme kitapları yazacağına şu günlerde moda olan "Bukowski 'nin Türk versiyonu" tarzında romanlar yazsaydı herhalde bunları yaşamayacaktı.
Şimdi pop art kralı Andy Warhol'un (günümüz dünyasında herkes bir an gelip 15 dakikalığına ünlü olacakmış ya!) dediği gibi 15 dakikalığına ünlü olabilir mi dersiniz?


Nitelikli Adam'ın çığlığı

Miyase İLKNUR


Yazar, şair, çevirmen, öğretim üyesi... Üç raf dolusu kitabı Türk yazınına kazandırdı. Pek çoğumuz Brecht, Kafka, Zweig, Bachman, Rilke, Lukacs ve Remarque'la onun sayesinde tanıştık. Dört yıl önce ''Nitelikli adam olmaktan istifa edeceğim, elveda çevirmeyi düşündüğüm kitaplar'' diye yazmıştı. Çığlığını kimseler duymadı. Son olarak da Cumhuriyet'teki köşesinde yaşamdan istifa edeceğini duyurdu. İki istifanın da temelinde yatan neden, geçim sıkıntısıydı.
Kitap kurtlarının aşina olduğu bir isim Ahmet Cemal . Otuz yılı aşkın süredir dünya edebiyatının ustalarıyla bizleri tanıştırdı. Üç raf dolusu kitabı Türk çeviri edebiyatına kazandıran Ahmet Cemal, ilerlemiş yaşlarda şiirlerini ve denemelerini kitap olarak yayımlayan bir nitelikli adam.
Kirasını zar zor ödediği, çoğunlukla da ödeyemediği küçücük evi ile ders verdiği Eskişehir Anadolu Üniversitesi arasında gidip gelmenin dışında yaşamında tek düzelik hâkim olan bu onurlu aydın, önceki hafta Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde ''Paranın Romanı ve Gerçeği Üzerine'' başlığını taşıyan yazısında bu kez yaşamla ölüm arasında gidip geldiğini duyurdu ansızın. Okurları, öğrencileri, dahası bugüne kadar manşetlerine çıkmayı başaramadığı medya şaşırdı. Ciltler dolusu kitap yazan, yüzlerce öğrenci yetiştiren, İttihatçı Bahriye Nazırı Cemal Paşa 'nın torunu Ahmet Cemal, parasızlıktan intiharın eşiğine geldiğini söylüyordu. İlk kez bir yazar, içinde bulunduğu yoksulluğu okurlarıyla paylaşıyordu.
'Bu ilk çığlığı değildi'
''Odak Noktası'' nın yazarı bir anda ilgi odağı oluvermişti. ''Yaşam ile ölümün belki de o ana kadar hiç olmadığı ölçüde kesiştiği bir gecede'' kaleme aldığı yazısında bir çığlık atmıştı Ahmet Cemal. Aslında bu ilk çığlığı değildi. Yaşamdan istifa etmenin eşiğine gelmiş olan yazar, dört yıl önce de nitelikli adamlıktan istifa etmek zorunda olduğunu duyurmuştu. Her iki istifanın temelinde yatan neden aynıydı: Geçim sıkıntısı...
O zaman çığlığını Hasan Pulur Usta duymuş ve köşesinde Ahmet Cemal'in istifa yazısına yer vermişti. Ahmet Cemal o yazısında istifa nedenini şöyle açıklıyordu:
''Yıllar önce, bu yola ilk çıktığımda, servetler kazanamayacağımın bilincindeydim. Zaten böyle bir hedefim de yoktu. Ama şimdi öyle olduğunu anlıyorum, çok naif bir düşüncem vardı. Ben onca çabayı göze aldıktan sonra, bu işlerin yabancısı olmayanlar elbet desteklerlerdi. Ölmemem için bağış değil, ama yaşamam için avans istemekte ve almakta zorlanmayacağımı düşünmüştüm.
Yanlış hesaptı. Ama istediklerimin verilmesinde ya da verilmemesinde, neredeyse her defasında korkunç, öldürücü, sözde incitmeyen sözlerin kılıfında ya da buz gibi uzaklaşmaların kalıbında yöneltilen aşağılanmaları yaşadım.
Nitelik diye direndiğimde, karşıma hep sözleşme süreleri çıktı. Nitelikten, günlük ölümler pahasına, hiç ödün vermedim.
Elimdeki zaten sonuna yaklaşmış birkaç kitabı bitirdikten sonra, bu işi de bırakıyorum.
Nitelikli iş yapma uğruna katlandığım onca geçim sıkıntısının ve aşağılanmanın sınırına, gençlik yıllarımda hep görmezlikten geldiğim bir sınıra vardım.
Hoşça kalın, bir zamanlar çevirmeyi düşündüğüm kitaplar!''
Niteliksiz adam olarak yaşama düşüncesini yaşama geçiremedi Ahmet Cemal. Geçirebilseydi eğer, ''Artık şöyle gözlerden uzak, kül rengi, sessiz sedasız bir ölümü arzuluyorum'' demeyecekti.
'Silifke'ye gel, bizimle yaşa'
Ahmet Cemal, bu ülkede nitelikli aydın olmanın bedelini ödüyordu. Çevirisi uzun zaman alan nitelikli eserler yerine, paraya daha çabuk tahvil edilebilen hafif kitaplar çevirseydi ya da şiir ve deneme kitapları yazacağına şu günlerde moda olan Bukowski 'nin Türk versiyonu tarzında romanlar yazsaydı bunları yaşamayacaktı. Belki yanlış tercih yapmıştı. Hukuk fakültesindeki asistanlık görevinden ayrılmayıp akademik yaşamını sürdürseydi, kimbilir belki bugün astronomik vekâlet ücreti alan ünlü bir dava vekili olarak karşımıza çıkacaktı.
Oh olsun demek lazım! Zaten kirasını ödemek için borç istediği arkadaşı da ''Sen de ayağını yorganına göre uzatsaydın'' diyerek benzer şekilde yanıt vermişti. Oysa Ahmet Cemal'in yaşamı boyunca ayağını boyuna göre uzatacağı bir yorganı hiç olmamıştı ki...
Cumhuriyet'teki yazısından sonra Ahmet Cemal'e gelen e-posta mesajları on beş bilgisayar sayfasını doldurdu. En yakın arkadaşı ''Ayağını yorganına göre uzat, ben öyle yapıyorum'' diye akıl verirken Cumhuriyet okurları yazarlarına yorganlarını paylaşma çağrısında bulunuyor, kimisi daha da öte giderek ''Silifke'ye gel bizimle birlikte yaşa'' çağrısında bulunuyordu. Eh bu da Cumhuriyet okurunun farkı...
Edebiyat dünyasında Ahmet Cemal örnekleri her zaman oldu. Orhan Kemal, Hasan Hüseyin, Vedat Günyol, Ece Ayhan ve daha niceleri onurlu aydın olmanın bedelini ödediler. Ahmet Cemal, ''Yoksulluğunu yazan yazar ilk ben oldum ama son ben olmayayım'' diyerek yanlış ahlaki değerleri savunmanın yanlışlığını da gözler önüne serdi.

Bu haber Cumhuriyet gazetesinden alınmıştır.

6 Ocak 2008 Pazar

Yangın yerinde orkideler

"Diyarbakır etrafında bağlar var/Zehir işler yüreğimde yaram var" der bir Anadolu türküsü. Diyarbakır etrafında geçen yıl dolanırken, bağları değilse de Bağlar semtini görmüştük. Yoksullarla, işsizlerle dolu, is kokulu, dar sokaklı semt... Dilerim birgün Diyarbakır yine tarihinde olduğu gibi neşeli bağlarla, bahçelerle çevrilir. Beş Gözlü Köprü'nün ordan akan sularla büyür, gelişir bağlar. Bugün Diyarbakır’da, yani o yangın yerinde ölüp giden orkideleri düşünürken aklıma şu da geldi:
Memet Baydur’un çok güzel bir oyunu vardır bu adda. Memet Baydur, okurken içinizi yakan, anlatmak istediklerini tokat gibi yüzünüze çarpan yazarlardandır. O oyunda bir yerde kravatın tarihini öyle bir anlatır ki okurken (veya oyunu izlerken) çarpılırsınız:

“Uygar değildik. Neden uygar eğildik? Kravat takmıyorduk çünkü! (Sessizlik.) Anlaman gerekiyor abicim, kravatlılar öksürmez. Bak anlatayım sana! Yıllarca.. yüzyıllarca önce.. kravatın icadından epey önce.. kömüre ihtiyaç duyan bazı insanlar.. bazı ince insanlar, boğazlarına kömür tozu kaçmasın diye boyunlarına bez parçaları bağlamaya başladılar! Basit bir eylemdi bu ama koskoca bir tekstil, mensucat sanayii doğdu bu gereksinimden! (Sessizlik.) Bez parçaları pahalıydı.. Yerin yedi kat dibinde kendi ciğerini tükürmek ucuzdu.. Dolayısıyla herkes boynuna dolayamıyordu şu medeniyet yularını! Kravat takabilenler.. Yeryüzüne çıktılar.. Takamayanlar.. Yeraltında kaldılar... O gün orada bunu açıkladım herkese... Kravat, kömür tozları boğazınıza kaçmasın diye icat edilmiş ve son derece uygar bir alettir. İşime son verdiler abicim. Ben de buraya döndüm... Yine... Kravatın icadı ve muhtelif kullanılışı diye bir kitap yazdım. Yazmak istedim yani... Heh heh heh.. Kağıt kalem zor bulunuyor buralarda.. Kravat gibi namussuzum! (Sessizlik.) İşte böyle! (Sessizlik.) Birbirlerine bakarlar bir an. Sonra Nuri önüne bakar hüzünlü.) Kravat.. Kömür madenlerinde icat edilmiştir.”

Diyarbakır’la kömür işçilerinin ne ilgisi mi var? Bilmem, Diyarbakır’a bir de kömür tozlarının arasından bakarsak Brecht’çi bir yabancılaştırma efekti olur belki... Hani Brecht der ya gerçeği görmek için azıcık uzaklaşıp bakmak gerekir, diye... Ben severim Brecht'ti; benim tüme varımcı kafama pek uyar. Noktayı anlamak için çembere, onu da anlamak için küreye bakmak gerektiğini düşünürüm. Nasrettin Hoca'nın hesabı herkese mavi boncuk dağıtmaya kadar götürmemek koşuluyla elbette. Yoksulluğu, çaresizliği görmek için Diyarbakır'a kadar gitmek gerekmiyor elbette. Metro City alışveriş merkezinin arka pencerelerinden bakmak yeterli bunun için. Sahi orada yemek yerken pencerelerden gözünüzü sakınıyor musunuz? Yoksa bir cesaret benim gibi bakıyor musunuz Gültepe'nin ara sokaklarına. Düşünüyorum o sokaklarla alış veriş merkezlerini birbirinden uzaklaştıran hangi dalgadır? Kravat mı yoksa?

XXX

Bir bebekten katil yaratan karanlığı sorgulamamızı istemişti bir kadın geçen yıl 19 Ocak’ta hani, hatırlıyor musunuz?
Çok derin bir sessizlik içinde bekleyen, Şişli’nin tüm sokaklarını dolduran müthiş kalabalığın önünde, insanın kanını donduran titrek bir sesle bir kadın konuşmuştu, duymuş muydunuz? Bu ülkede bebekler –ne çok bebek- kimi kanlı kimi kansız katil oluyor... Anneleri babaları acaba onları daha çok sevseydi, sevecek zamanı bulsaydı, o bilince ulaşabilseydi, o aymazlık, o karanlık yırtılabilseydi, acaba diyorum herşey daha mı farklı olurdu?
Bu ülkede bebekler, ana kuzuları, evden sabahları arkasından uzun uzun bakılarak, yürek ağızda uğurlanan evlatlar bir bir katlediliyor, bir anda bir bomba çekip alıyor onları anaların elinden. Peki ama evlerimizin tatlı sıcaklığından söz etmek, yemek tabaklarımızı sergilemek, aşk meşk, cinsellik vb. yazmak, çok okunmak için kafi olabilir ama insan/aydın olmak için kafi mi? Dört yalıtılmış duvar ve iki kişilik dünyalarımızdaki bencil uyuşukluğumuzdan uyandığımızda, ayaklarımız suya değdiğinde biraz geç olmayacak mı?
Yüreğin ölümü en kötü ölüm şeklidir demişti galiba O. Wilde.
Ya akıl? O da yitikler arasında değil mi sanki. Ey akıl neredesin? Çıktın mı baştan?