Yaşlılarla konuşmayı daha doğrusu onları dinlemeyi çok severim. Hepsi birer deryadır. Dünya hakkında size söyleyecekleri çok şey vardır. Geçen hafta karşılaştığım bir öğretmenimin (Antalya Aksu Köy Enstitüsü 1946 mezunu Mehmet Şaban) anlattıkları öyle ilginçti ki yazmadan edemedim. Bilmem ondan izinsiz anılarını yazmamı densizlik sayar mı ama onun anlattıklarından alınacak dersler var.
Mehmet başöğretmenim (senelerce Gaziosmanpaşa’da bir okulda müdür olarak çalışmış) tam seksen iki yaşındaydı. Bana 1940’lı yıllardaki mücadeleli öğrenciliğini anlatırken hem güldü hem ağladı. Ben ise derin düşüncelere daldım.
Onun öğrenci olduğu dönem, biliyorsunuz İkinci Dünya Savaşı’nın dünyayı kasıp kavurduğu yıllar. Biz savaşa girmemiş olsak da savaş Trakya sınırlarımıza kadar gelmiş; ekmek karneye bağlanmış. Herkes yarı aç yarı tok...
Öyle bir dönemde Antalya Aksu Köy Enstitüsü öğrencileri de doymuyor. (O kuşaktan yakınınız varsa dikkat edin sofradaki kırıntıları bile bir bir yerler veya toplayıp bir kavanozda biriktirirler; sonradan köfte hamuruna katmak veya kızartma unu olarak değerlendirmek üzere. Nedeni budur; ekmeği bir zamanlar karneyle almış olmaları. Günlük bir dilim ekmek tayınlarının bir kırıntısını bile ziyan edemeyecek duruma düşmeleri...) Çocuklar birer ikişer köylerine dağılıyorlar. Köylerde ekmek bulma olasılığı daha fazla. Mehmet öğretmen de (herhalde 15-16 yaşlarında o sıra) babasından bir mektup alıyor. Babası “Oğlum eve gelme. Ben evdeki kardeşlerini doyuracak ekmeği bile bulamıyorum,” diyor. Bir baba oğluna bunu demek zorunda kalıyor; düşünün artık... İnsanlar açlıkla terbiye oluyorlar yani... (Mehmet öğretmen sözünün burasında ağlamaya başladı.) Babasından umudu kesince ilçeye gidiyor. İlçedeki doktor onun haline acıyor. “Oğlum,” diyor. “Bizim eve git de karnını doyur.” Mehmet günlerdir karnı doymamış olduğundan, doktorun evinde ailenin bir haftalık ekmeğinin yarısını bir oturuşta yiyor. Doktor durumu görünce kızamıyor. “Gel,” diyor. “Seni bu yaz bir işe yerleştireyim. Hem okul harçlığı çıkarırsın, hem de karnın doyar.” Ve Mehmet’i kasabanın fırınına çırak veriyor.
Mehmet akıllı bir çocuk. Orada kısa sürede ustasından ekmek yapmayı öğreniyor. (Hatta bana maya yapmayı bile anlattı. Biliyorsunuz ekmek mayası hazır alınan bir şey. Ama mayanız yoksa ne yaparsınız ekmeğin taşması için?)
Öykünün bundan sonrası tahmin edileceği gibi gelişiyor. Okulda bir fırıncıya gereksinim olunca Mehmet bu işle görevlendiriliyor. Gece belli aralıklarla kalkıp mayayı hazırlıyor, hamuru tutuyor, hamurun mayalanmasını kontrol ediyor, ekmekleri hazırlıyor ve kahvaltıdan önce ekmeği hazır ediyor. Sonra bütün öğrencilerle birlikte ders başı yapıyor. Kısacası gündüzü öğrenci, geceyi fırıncı olarak yaşıyor.
İşte Mehmet Şaban, bu yoksul köy çocuğu böyle okuyup, başöğretmen oluyor. Daha binlerce köy enstitülü yoksul çocuk gibi... Sonra da doğdukları yörelerde çevrelerine ışık saçıyorlar. Şimdi hepsi sekseni devirmiş o kuşak çevrelerine ışık veren birer mum olmuşlar, kendilerini hiç düşünmeden. Bilirsiniz mum dibine ışık vermez. Çalmamış çırpmamış, hepsi de yoksul ve onurlu. Son yıllarda basında köy enstitülerine karşı ağzı olanın konuşmasına, galiz küfürler edilmesine karşın başları dimdik. Sırtları seksen yılın ağırlığıyla bükülmüş olsa da...
10 yorum:
Cok guzel bir aniymis. Iyi ki yazmissin. Aslinda bu ogretmenlerin anilarini toparlara birileri, herkes gocup gitmeden...
www.elifsavas.com/blog
Sevgili Elif,
İnternet kesikliği nedeniyle yorumun sayfamda gecikmeli yer aldı. Lütfen kusura bakma. Aslında senin bu yorumu yazdığın sırada ben de senin sayfalarında geziniyormuşum meğer:))
Onlarda daha anı çok da Elif, kaç kişi değer verir bilmiyorum. Yine de birşeyler yapmaya çalışanlar var.
Bizim nerelerden geldiğimizi gösteren bir anı... Bloğunuzda böylesine değerli yazıları okudukça gözümde büyüyorsunuz.
Ben de Bir Köy Enstitülü öğretmenin anısını kayır altına almıştım. Çokuzun olduğu için bloğuma koyamadım. Enstitüler açılmadan önce 1938 yılında Köy Eğitmenleri okulunda başlamış, sonra Köy Enstitüsü olmuş İzmir Kızılçullu öğretmen okulu. Müthiş bir anı.
Yeniden İmece dergisi eskiden bu gibi anıları yayımlıyordu. Çağdaş Eğitim Vakfı'yla birleştikten sonra artık dergide böyle anılar yok. Akedemisyenlerin anlayabileceği akedemik yazıları yayımlıyorlar. Etkinlikleri kendi aralarında altı yıldızlı otellerin salonlarında yapıyorlar.
Yeniden İmece dergisini Datça'da ben dağıtıyordum, yani satıyordum. Son zamanlarda kimse almak istemiyor. Muğla'da kaç öğretmenden dinledim, dergiye gönderdikleri yazıların artık yayımlanmadığını. ben de önümüzdeki sayıyı göndememelerini söyledim.
Ne yazık ki iyi giden herşeye mutlaka bişeyler oluyor ülkemde.
Çok üzgünüm. Bunları Erdal Atıcı'nın kendisine de yazdım...
İyi ki yazmışsın Mehmet başöğretmenin anılarını. Sevgiyle ve gözlerim yaşararak okudum. Allah onlardan razı olsun...
Nihat Amca,
Beni mahcup ediyorsunuz yine:))
Onlarda çok hikaye var biliyorsunuz ama ben sizde de daha çok hikaye olduğunu düşünüyorum.Hani diyorum yeni bir kitap filan yazsanız... Söz uçar, yazı kalır biliyorsunuz.
Yeniden İmece'ye gelince;
ben daha yeni yeni okuma olanağı bulabildim. Gerçekten biraz daha az akademik olabilir belki.Laf aramızda biraz da pahalı geldi bana yani benim bütçeme... Emekli öğretmen bütçesi düşünülürse acaba o da bir etken olabilir mi kimsenin almak istememesinde? Bunu söylerken haksızlık etmek istemem kendilerine. Dergi maliyetlerinin çok yüksek olduğunu biliyorum.
Derginin ikinci sayısında Kızılçullu'nun resimleri vardı. Hani mimariyle ilgili sayı. Ne ilginç bir yermiş orası öyle. Kolejden bozmaymış. Neyse bu da başka bir konu.
Sevgili Ayşegül;
Yazmasam olmazdı. Çünkü ben de çok etkileniyorum onları dinledikçe, aralarındaki dayanışma duygusunu gördükçe... Şimdi dünya o duyguya öyle uzak ve muhtaç ki... Kendimi çok mu yanlı bakıyorum diye tartıp duruyorum ama hayır gerçekten inanılmaz bir elektrik var onlarda...
Sevgili Şefika..Çok güzel bir anı içim ısındı, gözlerim yaşardı..Ne zorluklar yaşamış büyüklerimiz..İnşaallah çocuklarımız görmez bunları ama bilsinler yaşananları..Paylaşmanın faydası var.. Eline diline sağlık...
Sevgili Suzan,
Hoşgeldin! Yaşlanıyorum herhalde; eski dostları gözlerim daha çok arıyor :)))
Şefika'nın yazılarını özle/dik/dim...
Nihat abi;
Ben de kendimden şikayetçiyim bu konuda:))
Yorum Gönder