27 Ocak 2008 Pazar

"Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?"


Abidin Dino sergisi* bugün bitiyor. Mutlululuğun (ve mutsuzluğun) resmini görebilenlere ne mutlu! Bu sergiye gitmeyi ve çektiğim resimleri yayınlamayı çok istedim ne yazık ki olmadı. Benim gibi sergiyi görmek isteyip de göremeyenler için birkaç sergi fotoğrafı eklemek istedim buraya. Bu fotoğrafları bütün sergilerin, toplantıların, organizasyonların "müdürü" sevgili arkadaşım Dündar İncesu çekti. Cömert paylaşımın için teşekkürler Dündar.



Abidin Dino'nun gözünden doğduğu büyüdüğü kent İstanbul. Dino 1952'de siyasi nedenlerle (komünizm suçlamasıyla) aldığı sürgün cezası sona erince Türkiye'den kesin olarak ayrılıp Fransa'ya yerleşti. Ömrünün sonuna kadar (1993) Paris'te, anavatanından uzakta yaşadı...



Dino'nun Paris'te 1968 öğrenci olayları sırasında gazeteciler arasında olayları izlerken ayaküstü yaptığı çalışmalardan biri. Aynı zamanda sanatçının monokrom tutkusunu da yansıtıyor.


"Bu adamlar, Dino
Ellerinde ışık parçaları,
Bu karanlıkta, Dino
Bu adamlar nereye gider?
Sen de, ben de, Dino
Onların arasındayız,
Biz de, biz de, Dino
Gördük açık maviyi."

Nazım Hikmet'in bu şiiri Dino'nun bu tablosu için olmasa da bir başka 'Yürüyüş' tablosu için yazılmıştı. Ama onların bugünün bireyciliğine çok uzak toplumculuklarını ortaya koyan güzel bir şiir bence. Bu arada, itiraf etmeliyim ki varlıklı ailelerden gelme bu iki adamın yoksul halk kitlelerini dert edinmeleri her zaman ilgimi çekti. Bunun nasıl olabildiği üzerine sık sık kafa yorarım ben...



Dino'nun uzun parmaklı sanatçı eli. Eller ve ayaklar üzerine çok güzel bir serisi de var Dino'nun... İnsanların kemik yapılarının güzelliği sanatçıyı etkilemiş olmalı. Tabii en önemlisi elin homo faber (işleyen/iş üreten insan) için taşıdığı önem...



Çok beğendiğim bir başka dizisi de çiçekler üzerine. Birkaç dikey ve yatay çizgiyle mucizeler yaratıyor öyle değil mi?

* Abidin Dino, Bir Ömür, Sabancı Müzesi
Not: Biyografik bilgiler için Abidin Dino'nun ve eşi Güzin Dino'nun anılarına bakılabilir:
Gel Zaman Git Zaman Abidin Dino'lu Yıllar, Güzin Dino, Can Y.
Kısa Hayat Öyküm, Abidin Dino, Can Y.
Bir not daha: Başlıktaki klişeleşmiş sözü Nazım Hikmet Küba için söylemişti bilindiği gibi. Küba'daki mutluluk, Dino'nun ve Nazım'ın toplumcu sanatı, işleyen ele övgü... Bugünün insanlarına ne kadar uzak hepsi de!

19 Ocak 2008 Cumartesi

Ahmet Cemal'in çığlığı

Sözün bittiği yer...

Ahmet Cemal'i bilir misiniz? Niteliksiz Adam gibi, Milena gibi üstün nitelikli pekçok kitabın çevirmenidir. Çok donanımlı bir aydın ve gerçek dost (eskilerin deyişiyle hakikatli) bir insandır. Bütün bu niteliklerin neo liberal palavralar ülkesi Türkiye'de, paraya tahvil edilemediğini gösterircesine, gecenlerde Cumhuriyet'teki köşesinde parasızlıktan artık kirasını bile ödeyemediğini, yazdı.
Ahmet Cemal, bu ülkede nitelikli aydın olmanın bedelini ödüyor. Çevirdiği kitaplar ona kirasını ödeyecek kadar bile gelir getirmiyor. Büyük ve paralı yayınevlerinde basılsalar bile! Çevirisi uzun zaman alan nitelikli eserler yerine, paraya daha çabuk tahvil edilebilen hafif kitaplar çevirseydi ya da şiir ve deneme kitapları yazacağına şu günlerde moda olan "Bukowski 'nin Türk versiyonu" tarzında romanlar yazsaydı herhalde bunları yaşamayacaktı.
Şimdi pop art kralı Andy Warhol'un (günümüz dünyasında herkes bir an gelip 15 dakikalığına ünlü olacakmış ya!) dediği gibi 15 dakikalığına ünlü olabilir mi dersiniz?


Nitelikli Adam'ın çığlığı

Miyase İLKNUR


Yazar, şair, çevirmen, öğretim üyesi... Üç raf dolusu kitabı Türk yazınına kazandırdı. Pek çoğumuz Brecht, Kafka, Zweig, Bachman, Rilke, Lukacs ve Remarque'la onun sayesinde tanıştık. Dört yıl önce ''Nitelikli adam olmaktan istifa edeceğim, elveda çevirmeyi düşündüğüm kitaplar'' diye yazmıştı. Çığlığını kimseler duymadı. Son olarak da Cumhuriyet'teki köşesinde yaşamdan istifa edeceğini duyurdu. İki istifanın da temelinde yatan neden, geçim sıkıntısıydı.
Kitap kurtlarının aşina olduğu bir isim Ahmet Cemal . Otuz yılı aşkın süredir dünya edebiyatının ustalarıyla bizleri tanıştırdı. Üç raf dolusu kitabı Türk çeviri edebiyatına kazandıran Ahmet Cemal, ilerlemiş yaşlarda şiirlerini ve denemelerini kitap olarak yayımlayan bir nitelikli adam.
Kirasını zar zor ödediği, çoğunlukla da ödeyemediği küçücük evi ile ders verdiği Eskişehir Anadolu Üniversitesi arasında gidip gelmenin dışında yaşamında tek düzelik hâkim olan bu onurlu aydın, önceki hafta Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde ''Paranın Romanı ve Gerçeği Üzerine'' başlığını taşıyan yazısında bu kez yaşamla ölüm arasında gidip geldiğini duyurdu ansızın. Okurları, öğrencileri, dahası bugüne kadar manşetlerine çıkmayı başaramadığı medya şaşırdı. Ciltler dolusu kitap yazan, yüzlerce öğrenci yetiştiren, İttihatçı Bahriye Nazırı Cemal Paşa 'nın torunu Ahmet Cemal, parasızlıktan intiharın eşiğine geldiğini söylüyordu. İlk kez bir yazar, içinde bulunduğu yoksulluğu okurlarıyla paylaşıyordu.
'Bu ilk çığlığı değildi'
''Odak Noktası'' nın yazarı bir anda ilgi odağı oluvermişti. ''Yaşam ile ölümün belki de o ana kadar hiç olmadığı ölçüde kesiştiği bir gecede'' kaleme aldığı yazısında bir çığlık atmıştı Ahmet Cemal. Aslında bu ilk çığlığı değildi. Yaşamdan istifa etmenin eşiğine gelmiş olan yazar, dört yıl önce de nitelikli adamlıktan istifa etmek zorunda olduğunu duyurmuştu. Her iki istifanın temelinde yatan neden aynıydı: Geçim sıkıntısı...
O zaman çığlığını Hasan Pulur Usta duymuş ve köşesinde Ahmet Cemal'in istifa yazısına yer vermişti. Ahmet Cemal o yazısında istifa nedenini şöyle açıklıyordu:
''Yıllar önce, bu yola ilk çıktığımda, servetler kazanamayacağımın bilincindeydim. Zaten böyle bir hedefim de yoktu. Ama şimdi öyle olduğunu anlıyorum, çok naif bir düşüncem vardı. Ben onca çabayı göze aldıktan sonra, bu işlerin yabancısı olmayanlar elbet desteklerlerdi. Ölmemem için bağış değil, ama yaşamam için avans istemekte ve almakta zorlanmayacağımı düşünmüştüm.
Yanlış hesaptı. Ama istediklerimin verilmesinde ya da verilmemesinde, neredeyse her defasında korkunç, öldürücü, sözde incitmeyen sözlerin kılıfında ya da buz gibi uzaklaşmaların kalıbında yöneltilen aşağılanmaları yaşadım.
Nitelik diye direndiğimde, karşıma hep sözleşme süreleri çıktı. Nitelikten, günlük ölümler pahasına, hiç ödün vermedim.
Elimdeki zaten sonuna yaklaşmış birkaç kitabı bitirdikten sonra, bu işi de bırakıyorum.
Nitelikli iş yapma uğruna katlandığım onca geçim sıkıntısının ve aşağılanmanın sınırına, gençlik yıllarımda hep görmezlikten geldiğim bir sınıra vardım.
Hoşça kalın, bir zamanlar çevirmeyi düşündüğüm kitaplar!''
Niteliksiz adam olarak yaşama düşüncesini yaşama geçiremedi Ahmet Cemal. Geçirebilseydi eğer, ''Artık şöyle gözlerden uzak, kül rengi, sessiz sedasız bir ölümü arzuluyorum'' demeyecekti.
'Silifke'ye gel, bizimle yaşa'
Ahmet Cemal, bu ülkede nitelikli aydın olmanın bedelini ödüyordu. Çevirisi uzun zaman alan nitelikli eserler yerine, paraya daha çabuk tahvil edilebilen hafif kitaplar çevirseydi ya da şiir ve deneme kitapları yazacağına şu günlerde moda olan Bukowski 'nin Türk versiyonu tarzında romanlar yazsaydı bunları yaşamayacaktı. Belki yanlış tercih yapmıştı. Hukuk fakültesindeki asistanlık görevinden ayrılmayıp akademik yaşamını sürdürseydi, kimbilir belki bugün astronomik vekâlet ücreti alan ünlü bir dava vekili olarak karşımıza çıkacaktı.
Oh olsun demek lazım! Zaten kirasını ödemek için borç istediği arkadaşı da ''Sen de ayağını yorganına göre uzatsaydın'' diyerek benzer şekilde yanıt vermişti. Oysa Ahmet Cemal'in yaşamı boyunca ayağını boyuna göre uzatacağı bir yorganı hiç olmamıştı ki...
Cumhuriyet'teki yazısından sonra Ahmet Cemal'e gelen e-posta mesajları on beş bilgisayar sayfasını doldurdu. En yakın arkadaşı ''Ayağını yorganına göre uzat, ben öyle yapıyorum'' diye akıl verirken Cumhuriyet okurları yazarlarına yorganlarını paylaşma çağrısında bulunuyor, kimisi daha da öte giderek ''Silifke'ye gel bizimle birlikte yaşa'' çağrısında bulunuyordu. Eh bu da Cumhuriyet okurunun farkı...
Edebiyat dünyasında Ahmet Cemal örnekleri her zaman oldu. Orhan Kemal, Hasan Hüseyin, Vedat Günyol, Ece Ayhan ve daha niceleri onurlu aydın olmanın bedelini ödediler. Ahmet Cemal, ''Yoksulluğunu yazan yazar ilk ben oldum ama son ben olmayayım'' diyerek yanlış ahlaki değerleri savunmanın yanlışlığını da gözler önüne serdi.

Bu haber Cumhuriyet gazetesinden alınmıştır.

6 Ocak 2008 Pazar

Yangın yerinde orkideler

"Diyarbakır etrafında bağlar var/Zehir işler yüreğimde yaram var" der bir Anadolu türküsü. Diyarbakır etrafında geçen yıl dolanırken, bağları değilse de Bağlar semtini görmüştük. Yoksullarla, işsizlerle dolu, is kokulu, dar sokaklı semt... Dilerim birgün Diyarbakır yine tarihinde olduğu gibi neşeli bağlarla, bahçelerle çevrilir. Beş Gözlü Köprü'nün ordan akan sularla büyür, gelişir bağlar. Bugün Diyarbakır’da, yani o yangın yerinde ölüp giden orkideleri düşünürken aklıma şu da geldi:
Memet Baydur’un çok güzel bir oyunu vardır bu adda. Memet Baydur, okurken içinizi yakan, anlatmak istediklerini tokat gibi yüzünüze çarpan yazarlardandır. O oyunda bir yerde kravatın tarihini öyle bir anlatır ki okurken (veya oyunu izlerken) çarpılırsınız:

“Uygar değildik. Neden uygar eğildik? Kravat takmıyorduk çünkü! (Sessizlik.) Anlaman gerekiyor abicim, kravatlılar öksürmez. Bak anlatayım sana! Yıllarca.. yüzyıllarca önce.. kravatın icadından epey önce.. kömüre ihtiyaç duyan bazı insanlar.. bazı ince insanlar, boğazlarına kömür tozu kaçmasın diye boyunlarına bez parçaları bağlamaya başladılar! Basit bir eylemdi bu ama koskoca bir tekstil, mensucat sanayii doğdu bu gereksinimden! (Sessizlik.) Bez parçaları pahalıydı.. Yerin yedi kat dibinde kendi ciğerini tükürmek ucuzdu.. Dolayısıyla herkes boynuna dolayamıyordu şu medeniyet yularını! Kravat takabilenler.. Yeryüzüne çıktılar.. Takamayanlar.. Yeraltında kaldılar... O gün orada bunu açıkladım herkese... Kravat, kömür tozları boğazınıza kaçmasın diye icat edilmiş ve son derece uygar bir alettir. İşime son verdiler abicim. Ben de buraya döndüm... Yine... Kravatın icadı ve muhtelif kullanılışı diye bir kitap yazdım. Yazmak istedim yani... Heh heh heh.. Kağıt kalem zor bulunuyor buralarda.. Kravat gibi namussuzum! (Sessizlik.) İşte böyle! (Sessizlik.) Birbirlerine bakarlar bir an. Sonra Nuri önüne bakar hüzünlü.) Kravat.. Kömür madenlerinde icat edilmiştir.”

Diyarbakır’la kömür işçilerinin ne ilgisi mi var? Bilmem, Diyarbakır’a bir de kömür tozlarının arasından bakarsak Brecht’çi bir yabancılaştırma efekti olur belki... Hani Brecht der ya gerçeği görmek için azıcık uzaklaşıp bakmak gerekir, diye... Ben severim Brecht'ti; benim tüme varımcı kafama pek uyar. Noktayı anlamak için çembere, onu da anlamak için küreye bakmak gerektiğini düşünürüm. Nasrettin Hoca'nın hesabı herkese mavi boncuk dağıtmaya kadar götürmemek koşuluyla elbette. Yoksulluğu, çaresizliği görmek için Diyarbakır'a kadar gitmek gerekmiyor elbette. Metro City alışveriş merkezinin arka pencerelerinden bakmak yeterli bunun için. Sahi orada yemek yerken pencerelerden gözünüzü sakınıyor musunuz? Yoksa bir cesaret benim gibi bakıyor musunuz Gültepe'nin ara sokaklarına. Düşünüyorum o sokaklarla alış veriş merkezlerini birbirinden uzaklaştıran hangi dalgadır? Kravat mı yoksa?

XXX

Bir bebekten katil yaratan karanlığı sorgulamamızı istemişti bir kadın geçen yıl 19 Ocak’ta hani, hatırlıyor musunuz?
Çok derin bir sessizlik içinde bekleyen, Şişli’nin tüm sokaklarını dolduran müthiş kalabalığın önünde, insanın kanını donduran titrek bir sesle bir kadın konuşmuştu, duymuş muydunuz? Bu ülkede bebekler –ne çok bebek- kimi kanlı kimi kansız katil oluyor... Anneleri babaları acaba onları daha çok sevseydi, sevecek zamanı bulsaydı, o bilince ulaşabilseydi, o aymazlık, o karanlık yırtılabilseydi, acaba diyorum herşey daha mı farklı olurdu?
Bu ülkede bebekler, ana kuzuları, evden sabahları arkasından uzun uzun bakılarak, yürek ağızda uğurlanan evlatlar bir bir katlediliyor, bir anda bir bomba çekip alıyor onları anaların elinden. Peki ama evlerimizin tatlı sıcaklığından söz etmek, yemek tabaklarımızı sergilemek, aşk meşk, cinsellik vb. yazmak, çok okunmak için kafi olabilir ama insan/aydın olmak için kafi mi? Dört yalıtılmış duvar ve iki kişilik dünyalarımızdaki bencil uyuşukluğumuzdan uyandığımızda, ayaklarımız suya değdiğinde biraz geç olmayacak mı?
Yüreğin ölümü en kötü ölüm şeklidir demişti galiba O. Wilde.
Ya akıl? O da yitikler arasında değil mi sanki. Ey akıl neredesin? Çıktın mı baştan?