30 Mart 2009 Pazartesi
‘Bağ Çorbası’
Adapazarı bir adadır; çevresi Sakarya’nın kolu Çark Suyu ve Sapanca Gölü’yle çevrili bir ada. Toprağın üstü gibi altı da su doludur. Adapazarılılar o nedenle kendilerine Adalı derler... Adalar ve yazarlar arasında hoş bir bağ vardır. Necati Mert de Sait Faik gibi Adapazarlı yazarlardan. Özyaşamöyküsel özellikler taşıyan “Hikâyem Adapazarı” öykü ve deneme yazarı olarak tanıdığımız Necati Mert’in son kitabı.
Bir kentin sıradan ama ‘gerçek’ insanının geçmişini, bugününü, bir yazarın yaşadığı şehirle nasıl buluştuğunu anlatır bu kitabında yazar. Baştan belirtir Necati Mert: Kitabi ansiklopedik bilgi yok bu kitapta. Ne güzel... Kaynaklara hiç başvurmamak isterdim, çünkü bağlayıcı olurlar, der önsözde. Adapazarı’nın son 65 yılını aktarılmış bilgiler yerine, birinci elden tanıklıklarla, yaşanmış hikâyelerle anlatır. Resmi rakamları, düzgün fotoğrafları, adı duyulmuş kişileri değil, ara sokakları, sıradan insanları, onların evlerini, dükkânlarını ele alır. “Nuh’un gemisi” dediği Adapazarı’nın esnafını, delilerini, ayak satıcılarını, kendi annesi ve babasını, hatta öğretmenini dile getirir. “Pozisyon adamlarına” hiç yüz vermez. Şehrin Homeros’a ve Bitinya’ya uzanan tarihini ise, kendi üzerindeki etkisi ölçüsünde anlatır. Herkes öteki bilgilere internetten istediği an ulaşabiliyor artık nasıl olsa... Hem İnternette söğütten düdük yapan dedenize rastlayamazsınız. Oysa bu kitabı okurken insan hem söğüt dalından düdük yapan dedesine, hem büyükanne çorbasına, hem de eski çarşılardan geçerken eski insanlara rastlar; komşu balkonunda demli çayını içer; Adapazarı’nın yaşadığı deprem acısını habercilerin dilinden dinlemek yerine, bir Adapazarlının kaleminden okur. Kitabı okur açısından değerli yapan nedenlerin başında da bu içerden bakışı, samimiyeti gelir.
396 sayfalık kitap on bölümden oluşur ve bölüm başlıkları ilginç bir biçimde, hep üçlemedir: "Manavlar. İskânlılar. Serbestler." Bölümleri de başlıkta yer alan bu üçlemeler üzerine kurar yazar. Örneğin “Agdistis. Nana. Attis.” adlı bölümde hikâyeleri Adapazarlı bir ağaç altında buluşan üç mitoloji kahramanı anlatılır.
“Hırs, hiddet neme gerekti,” diyen Sait Faik’ten beslendiğini, onun toprağından geldiğini kanıtlar gibi yalın bir dille ve fısıldar gibi yumuşak bir sesle yazar Necati Mert. Evlerinin bahçesindeki ağaç ve bitkilerin tasviri tam iki buçuk sayfa sürer (sayfa 28-30). Doğa ve bitki severliği su götürmez yazarın o satırlarını okudukça bir cennet tablosu canlanır gözünüzün önünde: “...Sağ sırada saksılarda begonyanın salkımlı, yağlı her çeşidi. Ayrıca renk renk küpeler... Arkalarında yer çiçekleri: Acem karanfili, aslanağzı, kına, hüsnüyusuf, akşamsefası... Asmanın bir bacağına sarılmış hanımeli, yandan da yediveren... Avlu boyunda çivitli su verilmiş ortancalar... Kuyunun oradan sağa şimşirli dar bir yol gider. Ucundaki kapı komşuya açılır. Başında boylu bir hatmi. Kuyudan sonrasını nasıl anlatayım?...” Yazar bahçede soldan sağa ilerleyerek bize geniş bir tur yaptırır. Ağaçların altına uğrar, meyvelerin tadına baktırır, yer elmalarının kabuğunu soyup ikram eder... Gerçekten anlatılmaz yaşanır dedikleri türden bir güzelliktir dile getirilen. Kitapta yer alan siyah beyaz fotoğrafların kalitesinin de anlatının güzelliğine görsel bir şölenle destek olduğunu belirtmek gerek.
Yazarlarının bolluğu Ada toprağının bereketinden olsa gerek. Kerim Korcan da Adalı yazarlardan. Sayfa 187’de Kerim Korcan'a bir selam yollar yazar manavların sabrıyla ilgili bir sözünü anımsayarak...
Benim de komşu şehir İzmit’ten kulağımda kalmış yerel sözcükleri kullanır: Yeftin (hafif), töngel (muşmula), buğuz (söylenme, şikayet)...
Necati Mert’e bu kitabı yazdıran nedir, diye düşündüm okurken. Yazar en çok çocukluktaki tatların peşinde gibidir. Kitabın daha birinci bölümünde (sayfa 34) bir türlü tadını unutamadığı ‘bağ’ çorbasından söz eder. Çocukluğunda babaannesinin bağa gittiklerinde yaptıkları bir çorbadır bu. Bugünü geçmişe bağlayan her şeyi bağ çorbasında simgeler yazar. Adapazarı’nı bağ çorbası üzerinden anlatacak kadar sevdiğini yazar, bu çorbayı. Aslında eldeki malzemeyle oluşturulmuş alçakgönüllü bir çorbadır bu ama işte onun tadını unutulmaz kılan her neyse yazar hep onu arar gibidir. Bu oylumlu kitap boyunca satır aralarında hep bu duyguyu sezdirir okura.
İşte o çorbanın tadı gibi, eski Adapazarı’nda sıradan evlerin yazın çıldırasıya renklenmiş o güzelim bahçeleri de yoktur artık. Bugün Sait Faik’in dediğince bütün büyük kentlerin ‘kuşları boğulmuş, çimenleri sökülmüş’, artık boy boy beton binalar ardında kurumuş kalmış hepsi. Bununla da bitmez. “17 Ağustos’tan sonra Adapazarı oldu çekip giden. Alınıp götürülen,” der yazar (sayfa 384). “Deprem durmadı sürüyor Adapazarı’nda,” diye ekler.
Sanırım yazar bu kitapta, eksilmeye devam eden bir şehirde, çocukluk yıllarından kalma bir tadın peşine düşmüş. Sade çorbanın değil, depremin 1999’da durmayıp hala sürdüğü bir şehirdeki tüm eski tatların... Ağzının eski tadı tuzu kalmamış okura küçük sevinçler devşiriyor kitabıyla...
Şefika G. Kamcez
..............
Hikâyem Adapazarı; Necati Mert, Heyamola Yayınları, Türkiye’nin Kentleri dizisi, 1. baskı Kasım 2008
Sanat ve Politika
" Ne var ki , biz gençler yurdumuzda başlayan bu tehlikeli değişmeleri farketmeyecek kadar derin bir ihtirasla edebiyata dalmıştık.Kitaplardan ve tablolardan gayrisini gözümüz görmüyordu. Politika ve toplum sorunlarına en küçük bir ilgi duymuyorduk. Bu birbirini tutmaz çekişmelerin bizim hayatlarımız için ne anlamı vardı? Seçimlerde şehir heyecandan çalkalanırken, bizler kitaplıklara giderdik. Yığınlar ayaklandığında bizler şiirler yazıp, şiirler üzerine tartışırdık. Duvara alev alev harflerle yazılmış olanı görmüyor, bir vakitler Kral Belsezar'ın yaptığı gibi, sanatın en eşsiz çeşitleriyle kendimize şölen veriyor ve yarına korkuyla bakmıyorduk. Onlarca yıl sonra tavan ve duvarlar üzerimize yıkılınca, temellerin çoktan içten içe oyulmuş bulunduğunu ve yeni yüzyılla kişi özgürlüğünün Avrupa'da çökmeye başladığını ancak farkettik. "
9 Mart 2009 Pazartesi
Behçet Necatigil'in kısa çizgisi
(Bu yazı İzmir İzmir dergisinin son sayısında (Ocak-Şubat 2009) yayımlandı.)
“Gizli bahçenizde
Açan çiçekler vardı,
Gecelerde ve yalnız.
Vermeye az buldunuz
Yahut vakit olmadı”
13 Aralık Behçet Necatigil’in ölüm yıldönümü. Çizdiği yaşam çizgisi kısa ve alçakgönüllüdür Necatigil’in. Doğum ve ölüm tarihleri arasında kısacık bir çizgi. Bu mütevazı Türkçe ustası sade hayatların, dar gelirli küçük insanların ve İstanbul’un mütevazı semtlerinin şiirini söyler bize. Tümüyle bir burukluktur yaşadığı ve anlattığı iki yüzlü insanlar arasında. Sanki fena vurulmuş bir daktilo gibi. Arkasında mavi ince bir çizgi bırakıp gider. Ümidi korkusu sevinci ne varsa o kısa çizgidedir.
Kimi zaman çok soyuttur anlattıkları:
“Çoklarından düşüyor da bunca
Görmüyor gelip geçenler
Eğilip alıyorum
Solgun bir gül oluyor dokununca.”
Kimi zaman da göndermelerle dolu olsa da alabildiğine somut:
“Bir kenara yığılı
Elmaların başında
Çömelmiş dört beş kişi
Ayırıyorlardı
Biraz daha sağlamı
Biraz daha irisi.”
Hiç iri laflar etmeden çağının tanığı olur…
Beşiktaş’taki evinden uzun yıllar edebiyat öğretmenliği yaptığı Kabataş Lisesi’ne her sabah o geniş, çınarlı yoldan gider. (Ne hoş sabah akşam yayan, gitmek aynı kaldırımdan. ) Giderken insanları görür: yalnız bir kız, deniz kenarına hava almaya çıkmış yoksullar, ortamın bozulduğunu gören, çocuğunun okuldan eve akşam nasıl döneceğini düşünen ana babalar…
Akşam olduğunda evin yolunu tutar. Gecelik saltanatı evdedir ne de olsa:
“Kavuştum çoluk çocuğuma,
Koltuğuma uzandım, rahatım.
Kahvem içime sindi
Başladı gecelik saltanatım.”
Çalışmaya oturur. Penceresinden sokaktaki evleri görür, dar yaşamlardan kaçmak isteyenlerin evlerini. Ev halini yazarken evde bir saadettir gördüğü:
“Evin –de hali saadet
Isınmak ocaktaki alevde
Sönmüş yıldızlara karşı
Işıklar varsa evde.”
Düşünür yoksul evlerini, bir de evsizleri:
“Şu dünyada oturacak o kadar yer yapıldı
Kulübeler,evler, hanlar, apartmanlar
Bölüşüldü oda oda, bölüşüldü kapı kapı
Ama size hiçbir hisse ayrılmadı
Duvar dipleri, yangın yerleri halkı,
Külhanlarda, sarnıçlarda yatanlar!”
Artık çarpık kentleşme başlamış, ahşap evlerden apartmanlara geçilmiştir. Kapı komşuları dul kadınının üç kızı vardır, durmaksızın dikiş diker. Öteki komşuları kimdir bilmez apartmanda yaşayanlar.
Misafirliklere gidenleri yazar. Rahat ve sade evlerde gece yarısına kadar oturan misafirler bir türlü anlamaz evlilikleri…
Maddi ve manevi darlıklar, sıkışıklıklar içinde yaşar Necatigil’in insanları:
“odalar dar dolap
kitaplara eşyalara kedilere
dolu taşıtlar…kendine
yer aç!”
Niçin evleri bu kadar çok yazar? Çünkü ışıkları yanan bir ev ve aile akraba yanında büyümüş bu öksüz şair için mutluluğun anahtarıdır:
“Gene de hiç kimse kurtulamaz içinde büyüyen
Bu korkunç boşluktan, diyorum.
Kurtarırsa o kurtarır bizi, ne aşklar, ne yaşlanmak
Ne avuntular dışarda.
Dünyada mutluluk adına ne varsa başkaca
Evcek, evlerde yaşar yaşarsa!”
Kimi zaman yoksulların parkı Barbaros Meydanı’ndan denize bakar. Çocuklarının arkasına kalan ninelerin derdiyle dertlenir. Savaş meydanında ölen erleri düşünür, insanlık sevgisi lafta kaldı diye yazar.
Yaz döneminde eş ve çocuklarını yazlığa yollayan bir orta hallidir. “Eylül sonuna kadar kalın, ben istediğiniz kadar para, bin, iki bin, üç bin gönderirim”, der ozan. Doğayı sevmekte, doğayla kolayca bütünleşmektedir. Zaman zaman da kırların şiirini yazar:
“Tam otların sarardığı zamanlar
Yere yüzükoyun uzanıyorum
Toprakta bir telaş bir telaş…
Karıncalar öteden beri dostum.
Tabiatla haşır neşir
Kırlarda geçen ikindi vakti…
Sakin,dinlenmiş,rahat,
Bir gün daha bitti.”
Kuru çiçekler biriktirir sayfalar arasında. Onun için anlamı büyüktür kuru çiçeklerin:
“Ben oraya koymuştum almışlar,
Arasına sıkışık saatlerin.
Çıkarır bakardım kimseler yokken;
Beni bana gösterecek aynamdı, almışlar.”
O içimizden biridir. Kendi halinde semtlerde, orta halli yahut yoksul hanelerde gece gündüz, yaz kış gölgesi gezinmektedir. O şimdi kitaplarda bir çizgilik yerde hapis de olsa bize seslendiği yer yüreğimizin tam içidir:
“Dışarıyı dinleme içerdeyim
Kımıldayan perdenin şimdi az berisinde.
İnsan kimi geceler niçin uğrar dışarı?
Bir gerçeğin içinde kendini dinlediyse.”
***
Sevgili Necatigil, gizli bahçenizde açan nice çiçekler vardı. Vermeye az da bulsanız, vakit olmasa da aldık kabul ettik ve çok sevdik…