8 Aralık 2007 Cumartesi

KIRIK AYNALAR





Paramparça bir aynadır bu coğrafya. Her parçasında bizden birşeyler yansır. Acılarımız bizi bize gösteren aynanın paramparça oluşundandır.

Oysa hep aynı yağmurda yıkanmış, hep aynı rüzgarda serinlemiş toprakların çocukları aynanın ayrı parçalarına yansımışız. Kırık olmasa ayna, bizi çoğaltacak elbet. Değil mi ki çeşitlilik zenginliktir. Ne zaman ki ayna bütünlenir, o zaman biz, gerçekten biz oluruz. İşte bunun için ötekini anlamak, ötekine kulak asmak gerek. Ötekini anladığımızda temel benzerlikleri de görebiliriz; farklılıklarla bir arada yaşayabileceğimizi de anlarız. Binlerce yıl beraber ve yan yana yaşamanın ürünü olarak karşılıklı ve kaçınılmaz biçimde dini-dili farklı da olsa, yek diğerini etkilemiş ve beslemiştir bu toprağın insanları.

Bu ayna konusuna nereden mi daldım? Bir sergi nedeniyle... Fransa’daki yüz akı temsilcilerimizden, yılların Sipa Press fotoğrafçısı Mesut Tufan, Avrupa’nın ünlü kültür televizyonu Arte kanalında ve nihayet İstanbul’da Avrupa’nın Müslümanlarını ve Orta Doğu’nun Hristiyanlarını ele alıyor, çektiği fotoğraflar, yaptığı film* ve sergileriyle... İstanbul’da izleme şansı bulduğum sergisinde**, Balkanlar ve Orta Doğu’da barış girişimlerinin başını çeken bazı sıra dışı kişilikleri ve onların söylemlerini sunuyor izleyicisine. Coğrafi duraklar arasında Saraybosna, Kosova, Makedonya, Arnavutluk, İstanbul, Mardin, Lübnan, İsrail ve Filistin’e bütün eski Osmanlı toprakları var...

Dinin bazen etnik farkların bile önüne geçtiğini gösteriyor Mesut Tufan. Oysa din aynı zamanda barış için bir şans da oluşturabilir. İstenirse. Bize bunu göstermek istiyor en çok ve şunları söylüyor Mesut Tufan:

“Kimlik savaşlarını, ötekileşmeyi ruhunda yaşamış olanları, bu çatışmalarda savaşmış olanları gördüm. Sorunları bir yerde aşabilenler sadece ötekini anlamaya çalışmış, kendini onun da yerine koyabilmiş, Müslüman, Hıristiyan, Yahudi olsun “düşman”ına kulağını, yüreğini açmış, onu anlamaya çalışanlar gördüm. İnsan’ın, insanlığın her değerden, her şeyden üstün olduğunu ve kim olursa olsun insana saygı, insana sevgi göstermeden Tanrı’ya da saygı ve sevgi duyulamayacağını savunan din adamları ve buna inananları tanıdım. Kırık Aynalar’ın mesajı, sevgi olmadan bu dünyanın dönemeyeceğidir; hiçbir dinin özünde kan, kin, düşmanlık telkin edemeyeceği, bunu savunanların gerçekten uzak olduklarıdır. Eğer inanç tanrı içinse, o zaman O’nun yolunu takip etmenin insanlarınkinin peşinden gitmekten daha doğru olacağıdır...”

Hepimiz geçmişin yükünü sırtlamışız. Bu yüzden insan kendi yakın çevresinin, giderek ülkesinin kırık aynalarındaki diğer yüzlere yaklaşmakta zorlanabilir de... Çeşitlilik zenginliktir diye düşünse bile... O zaman yapmamız gereken yakın/uzak başka coğrafyalara bakmak... Bu sorunların yalnızca bizim başımızda olmadığını görmek, bize bir çıkış yolu vaat edebilir belki. Ötekini yok etmek kendimizin bir parçasını yok etmek aynı zamanda. Öyle değil mi?


* Mesut Tufan’ın bu konudaki son belgesel filmi Fransız-Alman kültür kanalı ARTE’de 1 Aralık 2006’da gösterildi. Bu film bir Avrupa Müslümanı ile bir Orta Doğu Hristiyanı’nın karşılıklı bakışlarını ele alıyordu.

**Kırık Aynalar sergisi 25.11.2007-15.12.2007 İstanbul Tophane, Tütün Deposu’nda.




Açılışta Muammer Ketencoğlu akordeonuyla minik bir konser verdi.

28 Kasım 2007 Çarşamba

Eski Yakacık-Yeni Yakacık

(Yakacık yazıları I)





Bugün sizlere eski Yakacıklılardan anılar derledim.
Bugünkü Yakacık’tan fotoğraflar eşliğinde…
Eski Yakacık’ta Yahudiler Ermeniler, Rumlar hep birlikte yaşar, Ayazma’da Şekersuyunda yaz akşamlarında birlikte eğlenirmiş. Ayazma’daki eğlence yerlerinde saksofonla caz çalınırmış. Tabii artık ne o eski insanlar, ne de eski yaşam tarzı kaldı. Burası İstanbul’un balkonu hala, ama manzarayı beton binalar doldurmuş durumda.
***



Keçi Kalesi eski İstanbul -İzmit yolunu denetim altında tutmak üzere yapılmış. İstanbul’un işgali sırasında İngilizler Yakacık sırtlarında bulunan bu kaleyi işgal etmiş. Yakacık halkında top-tüfek ne gezer? Mumları keçilerin boyunlarına takıp yakmışlar. Sonra da kaleye doğru kovalamışlar. İngilizler gecenin karanlığında kendilerine doğru gelen bir sürü ışığı insan sanmış ve hızla kaleyi terk edip gitmiş.

***



Yakacık’ta bugün hala kalıntısı duran bir yazlık sinema vardır. Tahta sandalyeli bu sinemada yaz geceleri yıldızların altında çekirdek yenerek biraz gürültülü biçimde yıldız seyredilirmiş. Ayazma yolu üzerindeki Avcı Sinemasında Türkan Şoray’lı Hülya Koçyiğit ve Fatma Girik’li filmlere gidilirmiş.

***

Yaz akşamlarını sinemadan başka bir de konserler şenlendirirmiş. Meydandaki büyük çınara film afişlerinin yanına konser posterleri asılırmış. Sonra herkes Şükran Ay dinlemeye gidermiş. Tabii yine çekirdekler ve Elvan gazozlarıyla…

***

NOT: Bu yazıyı ilk olarak 6.7.2006 tarihinde Wordpress'te (http://nicomedian.wordpress.com/2006/07/06/eski-yakacik-yeni-yakacik/) adresinde yayınladım. Yukardaki yazıma yorumlarıyla çok değerli katkılarda bulunanlar oldu. Bu katkıları Wordpress'e (mahkemenin koyduğu yasak nedeniyle) ulaşamayanlar için buraya da eklemek istedim.
NOT 2: Yukarda yazlık sinemanın hala kalıntısının durduğunu yazmışım. Hemen düzelteyim. Bugün (20.9.2008) bu yazının yazılışının üzerinden iki yıl geçti ve o kalıntının yerinde bir apartman yükseldi. Bu da son bir yıldır ne yaman bir betonlaşma hareketi içinde olduğumuzun kanıtıdır kanımca.

Bu yazıya şu ana kadar (20.9.2008) Wordpress'te (http://nicomedian.wordpress.com/2006/07/06/eski-yakacik-yeni-yakacik/) adresinde -ki eski blog yazılarımın adresidir- yapılan yorumlar:


23 Responses to “ Eski Yakacık Yeni Yakacık ”
Comments RSS

1. Ayn

Hos geldin aramiza sefalar getirdin.
Saygilar.
2. nicomedian

İtiraf ediyorum ve teslim oluyorum: Sizin Beyoğlu-Çiçek Pasajı yazılarından ilham aldım,evet :))
3. Ayn

Yazini bir daha oku.Ne güzel olmus degilmi ?…
4. kaan

merhabalar yakacık hakkındaki bu bilgileri nerden edindiniz ben yakacığın yerlisiyim bir an o eski günleri hatırladım insanlar yakacığa has kağıt kebabı yemeye gelirler haylada var hafta sonları ayazmada oluyor. Yakacığın meydanından ayazmaya paytonlar kalkardı yazlık sinaması şu an oto yıkama oldu :) çok anılarım vardı o sinamada 78 doğumluyum ama bir çok eski halini bilirim. Yakacıkla ilgili site yapiğim derken yazınızı okudum bir an duygulandım.Yakacıkla bir ilişkiniz varmı yoksa evliya çelebi gibi her yerden kısa yazılar mı yazıyorsunuz
5. nicomedian

Kaan Bey,
Size ayrıntılı bir cevap yazdım. Posta kutunuza bakın lütfen. paylaştığınız anılar için teşekkürler.
6. Fikri

bende yakacığın yeni nesil gençlerinden biriyim ve keşke herkes bu güzelliği sizin gibi görebilse diyerek eskisiyle yensiyle hepinizi bu güzelliği yaşamaya davet ediyorum.
7. Umut

MErabalar bende Dogdum gozlerımı yakacıkta actım burası dunyanın en guzel yerı olsa gerek ıstanbul ayaklarınızın altında İstanbulda yasayan her ınsanın ayazmada en azından bır semawerden cay ıcmesı lazım dıye dusunuyorum ne mutlu yakacıklıyım dıyene :) sewgıler saygılar…
8. ARZU ECERCAN

BENDE YAKACIKLIYIM 37 YAŞINDAYIM O GÜNLERİN SON DEMLERİNİ YAŞADIM.ÇOK GÜZELDİ
9. ali diricanlı

selam yakacık ın eski zamanlarını ve günlerini çok güzel anlatmışsınız.sizlere teşekkürler.yakacık ın eski günlerini ve yakacık ı çok özlüyoruz.bu arada kaan a selamlar arkadaşım olur
10. suheyla

selam ben de yakacıklıyım .Bayramoğullarının kızıyım. Yakacıkta doğdum ve büyüdüm.harika biryerdi eskiden tabi. 43 yaşımdayım.yakacık meydanında her milli bayramda şiir okudum. törenler daha çoşkulu olurdu o zamanlar . ah o konserler erdem sinemasında toplu sünnet törenleri ve eğlenceler harikaydı. Yakacıkta 3 sinema salonu vardı.renk sineması kapalı salondu. Aarzu ve mehtap yazlıktı.Herkes birbirini tanır ve komşuluk yapardı.şimdi yakacıka geldiğimde tanıdıklarımı göremiyorum.şimdi çengelköylü oldum ama kalbim yakacık diye atıyor.Çocukluğumun ve gençkızlığımın geçtiği o harika yeri nasıl unutabilirim. Tüm eski yakacıklılara ve izlerini bulamadığm okul arkadaşlarıma selamlar.
11. suheyla

yakacık Hasanpaşa İlköğretimokulunun mezunlarına 27 mayıs günü pilav günü var. bu okuldan mezun olan arkadaşlar hadi o gün saat 15.00 ila 17.00 arası bende orada olucam eski arkadaşlarımı inşallah görürüm. okulun sitesine girin nostalji sayfası bir harika
12. yıldırım

Ben yakacıkta doğup büyüdüm yakacığın eskisi ve yenisi arasında tabiki çok fark var ,elimde olsa o eski günleri geri getirirdim .Şimdiki huzur evinin orada zeytinlik vardı ve orada arkadaşlarla çok futbol oynamışızdır .Çınar altında herkes toplanır , konserler dinlerdik.Bu arada ben bahsedilen sinemanın sahibinin oğluyum orada çok anım olmuştur.Gerçektende unutulmaz günleri vardır yakacığın yaşayan bilir diyorum ve bütün eski yakacıklıları selamlıyorum .
13. salih tümay

merhaba bende eski bir yakacıklıyım 1965 doğumluyum bahsetteğiniz sinemalarda çok vakit geçirdim bahsettiğiniz meydanda çok şiir okudum bando takımındaydım birkan tümayı tanıyanlarınız vardı herhalde babam kendisi rahmetli oldu yakacık eskiden çok güzel bir yerde şimdi eski halini mumla arıyorum ama yinede hala yakacıkta yaşıyorum
14. elif

Yakacık- Ayazma denince akla ilk önce ayazma çay bahçesi gelir…o eski günlere götürür sizi …
incelemek isteyenler olursa: http://www.ayazmacaybahcesi.com
15. kemal

Slm herkese slm Yakacıklılara ben semtimizin perşembe pazarının yanında oturuyorum. Ben burda gözlerimi dünyaya açtım Yakacığı çok seviyorum. Yakacık bir yaşam yeri havasıyla, doğasıyla, ormanıyla, ayazmasıyla. Böyle işte Yakacık çok güzel…
16. cetın

büyük üstad ZEKAİ TUNCA Güzel Semttımıze şarkı bıle yapmıs 78 dogumluyum dedem 64 senesınde yazlık ev yaptırmıs karakolun karsısı bahceli 3 katlı bına hala burada ıkamet edıyoruz ama nerde eskı yakacık ahhhh
17. tülay

Selamlar ben 73 doğumluyum. Bu köyün kızıyım bende Yakacık’ı çok seviyorum her nekadar göçlerden dolayı kalabalıklaşsada yinede doğup büyüdüğüm yer bir türlü kopamıyorum.Hasanpaşa mezunuyum bende bir oğlum bu sene mezun oldu diğeri ise 6.sınıfta Hasanpaşa’da ne mutluyumki çocuklarımda bu köyde doğup büyüdüler okuyorlar.Ama eski Yakacaığı özlüyorum açıkçası Çınaraltı çay bahçesi yazlık sineması.Sinemanın yerine bina yapıldı.Eski güzelliğini kaybediyor artık.Hasanpaşa da yıkılıyor yenisi yapılacak o nostaljide tarihe kavuşacak yakında.Yakacıklı olan ve Yakacığı seven herkeze selam olsun
18. Fethi Satıcı

Özlemi ve eksikliği hissedilen böyle bir siteyi yayın hizmitine sunduğunuz için size doğma büyüme bir Yakacık’lı olarak teşekkür ediyorum. Ben 1942 doğumluyum Sözü edilen 0 üç güzel sinemadan biri olan Arzu sinemasını en son ben işlettim.(1972-73-74) Şöyle bakıyorumda genç kardeşlerimiz eski Yakacık’tan söz ediyorlar.Ne varki çok eksiklikleri var çünkü yaşları müsait değil. Eski Yakacık’ı değerli ağabeylerimizden Kahya Selahattin,Muhtar Çetin,Erdem Çelepgil ve benim kadar bilmezler.Yakacık’ın özelliği,güzelliği,tutuculuğu,birlik ve beraberliğini bu sitede anlatmaya kalkarsam buna yer kalmaz.Yakacık’ı en güzel Kahya Selahattin ağabiyimiz ve Erdem Çelepgil ağabeyimiz anlatabilir. Ben Yakacık’ın yetiştirdiği milli sporculardan ve Uluslararası gazetecilerindenim. Yukoslavya ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti(KKTC)’ de gazetecilik görevlerinde bulundum.Şu anda da KKTC’de halen bu görevimi hobi olarak devam ettiriyorum. Yakacık ile ilgili çok haberler ürettim.Çünkü eskiyi çok iyi biliyorum. mesela Rahmetli Ş0för Emin ağabeyin motorsiklet tekerliği gibi telli lastikli arabasından başka Yakacık’ta araba yoktu,Ankara yolu da yoktu.Sözünü ettiğim yıl 1950.Yani 58 yıl öncesi.Yorum yazan kardeşlerim babaları,ağabeyleri benim arkadaşlarım ve ya ağabeylerimdi. çocukluğumuzda Yakacık’ta elektrik yoktu.Çınaraltı kahvesinde sessiz sinema oynatılırdı o devirde.Cumhuriyet Bayramlarında çengiler göbek atardı Yakacık meydanında. Yorumcu kardeşlerime şöyle bir sorsam ve sizler Sütçü Adile teyzeyi,Yakacık’ın efsane muhtarları İbrahim Çolpan, Ekrem ağabeyi,Muhtar Kumral Başöğretmeni(Yasemin Kumral’ın babası),Dondurmacı ve helvacı Adem amcayı,yemişçi hüseyin ağayı,Dondurmacı Muharrem’i(Torunuyum),Arzu sinemasının üstünde olan Yıldız sinemasını,Nimet oteli sinemasını,Kaptan’ın köşkü sinemasını ve sinemacı Rahmetli Burhan ağabeyi hangileri tanır ve ya hatırlarlar.Yakacık’ın ilk Üniversite mezunu Yavuz ağabeyi,sesi güzel Ruhi ağabeyi,Kahya Bahri ağabeyi,kadir babayı,Ekrem babayı,rıza babayı,Arif dayıyı bilirlermi?Ayazma çamlı gazinodan veya Aydostan Kartal’a baktığınızda tek bir ev veya gece yanan tek bir ışık olmadığını gören ve bilen varmı? Yakacık’lı bir aileye ve ya bir kıza bırakın laf atmayı şöyle bir yan baksın ve ya evinin önünden geçenin bir araba dayak yediğini,Yakacık’lı gençlere sataşan yabancıların üzerine köy gençlerinin hepsinin birden saldırdığını bilen varmı? Yakacık öyle bir kaç cümle ile anlatılması mümkün olmayan efsane bir köydü. Unutuyordum Ahçı Nazım,Adalı,Aziz usta,Kadir usta,Kasap Akif,mezarcı Adnan ağbi,Mehteran Sadi ağabeyi tanıyanlar varmı? Yani yorumculardan.Yakacıktan Kartal’a yürüyerek gider yüreyerek gelirdik. Araba ne gezer.Peki Erdem Ağabeyimin babası Rahmetli Kasap Hafız’ı Çamur İbrahim’i Kavas İsmail’i tanıyanlarınız varmı. Bırakında eski Yakacık’ı kahya Selahattin,Muhtar Çetin,sinemacı Erdem ağabeyimiz ve ben anlatayım. Sizlerin anlattıkları dünkü Yakacık.Birinize sorsam ve Yakacık’ta çıkan yangınlar camii altında hazır bekletilen Tulamba ile söndürüldüğünü kaçınız bilir? Biz o devirleri gördük ve yaşadık.Peki fırıncı Şefket amcayı,Rahmetli Ayı Cemal’i ve yakacık’taki un değirmeni,yahne ve harmanları bileniz varmı? yinede eski Yakacık’ı gündeme getirdiğiniz için site sahibine ve yorumculara teşekkür ediyorum.
19. nicomedian

Başta Fethi Satıcı beyefendi olmak üzere buraya ugrayan, yorum yazma nezaketi gösteren tüm Yakacıklılara ve eski Yakacık’ı sevgiyle ananlara sonsuz teşekkürler.
Fethi bey,ben bu yazıyı duygu ve düşüncelerimizi paylaşmak istediğim için yazdım. Sizin gibi eskiyi bilenlerin paylaşımı benim için çok değerli. Kimbilir sizde ne güzel hikayeleri ve fotoğrafları vardır Yakacık’ın. Gerçekten gıpta ettim. Keşke kitap filan yapıp değerlendirseniz. Ne güzel olur Yakacık adına.
Yine ziyaretinizi beklerim.
Şefika
20. Fethi Satıcı

Sevgili kardeşim,Yakacık sevdalısı önce hakkımdaki düşünceleriniz için sonsuz teşekkürlerimi sunar,saygı ve sevgilerimi sunarım.İnşallah tanışma fırsatımızda olur diye düşünüyorum. Evet elimde 58-60 yıl öncesi ve 38 yıl önceki bazı fotoğraflar var.Ele içlerinden bir tanesi varki nasıl anlatayım? Yanılmıyorsam yıl 1950 ve ya 1952. Nur içinde yatsın Muzaffer Sağun öğretmenimiz(Asaf’ın annesi)sınıf arkadaşlarım rahmetli Doğan Kesici,Yavuz Kahraman,Cemalettin Bayramoğlu,Tülay Aykut, Niyazi Kılıçaslan, Rüstem,Belma,Nur,Selma Tozan,Semaat, Aynur,Muzaffer Bicioğlu, Celal Başer,Ruşen ve diğerleri. Yakacık ile ilgili tabii çok anı ve hikayem var.bazı fotoğraflar da mevcut. İnşallah sitenizde yayınlanmak şartı ile benim için paha biçilmez olan bazı fotoğrafları size vermek isterim. Buram buram tarih kokan Yakacık mert insanların,birbirine saygı gösteren ve yardımda bulunan insanların birlik ve beraberlik içinde yaşadığı bir yerdi Yakacık. Uzun kış gecelerinde rahmetli Aliye teyze,Nimet hanım,teyzenin masalları ile büyüdük. 28 yıl önce Yakacık bir belde belediyesi idi. Belediye Başkanımızda dayım ve annemin okul arkadaşları Rahmetli kadir Evsen’ di.Nur içinde yatsın,mekanı cennet olsun. Size ilginç bir hikayemi anlatmak istiyorum. Yıl 1957 veya 1958.Güreş Milli takımlarımız Nimet Pansiyonunda kamp yapmaktalar.Dürüşafaka Huzur Evinin arkası.Bizde henüz delikanlı çağına yeni girmişiz kanımızın kaynıyor.İşte 0 güreş milli takım kampı benim güreşçi olmamı sağladı.Bu kapmta Rahmetli Hamit Kaplan,Sülayman Baştimur,Teyfik Kış,Ahmet Bilek,Dursun Ali Erbaş,Mithat Bayrak,Yaşar yılmaz,Müzahir Sille,Burhan Bozkurt gibi Olimpiyat,Dünya ve Avrupa Şampiyonlukları kazanmış güreşçiler vardı.0 andan itibaren güreş sporuna karşı içimde bir ilgi ve sevgi oluştu. Kartal Güreş kulübünde güreş sporu yapmaya başladım ve kısa bir süre sonrada Haydarpaşa Demirspor Kulübüne alındım.Burada güreşi ilerlettikten sonra FB güreş takımına geçtim ve burada ilgililerin dikkatini çektim ve 1960 Roma Olimpiyatları 52 kilo Greko-Ramen Güreş Milli Takım namzet kadrosuna alınarak seçmelere tabi tutuldum.Yaş 18 genç ve tecrübesizim.Buna rağmen seçmelerde çok ünlü iki rakibimi yendim ve takıma girmek için daha sonra Prof. Dr. olan Dr. Halil Kazım Gedik ile seçme yaptırdılar.Karşılaşmanın ilk dakikalarında açık ara önde olmama rağmen sırf tecrübesizliğimin kurbanı oldum ve kazanacağım maçı tuşla kaybettim. Yani Olimpiyat kadrosunun kapısından döndüm.Büyüklerim beni teselli ettiler”Üzülme daha çok gençsin ilerde milli takıma girersin”şeklinde teselli ettiler. Daha sonra Olimpiyat,Dünya ve Avrupa Şampiyonu İsmet Atlı Ağabeyim tercüman gazetesinde güreş ile ilgili köşe yazısı yazıyordu.daha sonra bir kaç kitap yazdı.Köşe yazılarında ve yazdığı kitaplarında daima bana yer vererek” Fethi Satıcı uzun boylu,çok teknik,güreşirken oyun icat eden,rakiplerini gafil avlayan karayağız bir pehlivandı. Ne varki güreş yaşamı kısa sürdü. Devam ettirseydi Olimpiyat,dünya ve Avrupa şampiyonlukları kazanacaktı. Çünkü zorlanmadan ve kolayca yendiği rakiplerinin çoğu Dünya,Avrupa ve Balkan şampiyonu oldu.Fethi Satıcı dünya güreşinin gelmiş geçmiş en uzun boylu güreşçisi (172) idi.Uzun kolları ve ters bir güreş stili vardı.Kafakol,tek kol ve subleks ustası idi”şeklinde benden söz ederdi. Allah sıhat,afiyet ve uzun ömür versin.İsmet Atlı ağabeyimle arasıra da olsa görüşüyoruz ve eskileri yad ediyoruz. daha sonra 1948 Londra Olimpiyatlarının efsane şampiyonu Rahmetli Dr. Gazanfer Bilge, beni himayesine aldı ve öldüğü güne kadar da yanından ayırmadı.1963 yılında askere gittim ve bir süre Erzincan Karagücü Güreş takımında güreştim,çeşitli dereceler elde ettim. Terhisimden sonra İş hayatına atıldığım için çok sevdiğim güreş sporunu bıraktım. Fakat kopmadım.Geleneksel Spor Dalları Federasyonu,Türkiye Güreş Federasyonu Basın Kurulunda görevler aldım. Ayrıca İstanbul Güreş Ajanlığı Tertip komitesi Genel Sekreterlik görevinde bulundum.Ayrıca ABD Milli takımını 12-2 malup eden Kartal Güreş İhtisas Kulübünün 2. Başkanlığını yaptım ve takımımı 1979 yılında Polonya’nın Katowiçe şehrindeki uluslar arası güreş turnuvasını götürdüm ve 4 ülkenin katıldığı turnuvada kartal üçüncü oldu. Halen Türkiye Güreş Federasyonu Basın Kurulu üyesiyim. İşte Yakacık böylesine görülmemiş bir tasadüf sonuncunda bir milli takım sporcusu ve ünlü bir basın mensubu yetiştirdi.Uluslar arası basın kardı sahibiyim.15 yıl Anadolu Ajansı Bölge muhabiri olarak görev yaptım.
21. Fethi Satıcı

Bendeki gerçek hikayeler ve hatıralar bitmez. Yakacık ile ilgili çok hikayeler ve hatıralarım var.İnşallah ilerki günlerde bunlarıda izin verirseniz sitemizde yazarız.Kitap çıkarmaya gelince tabiki düşünüyorum.Şu anda Türkiye’nin en önemli,konulu ve ilginç resim arşivim var. Tam 45 senilik siyasiler,güreşler,güreşçiler,Kırkpınar ve gazetecilik görevlerinde bulunduğum Polonya,Çekoslavakya,Macaristan,Yukoslavya,Bulgaristan,Ramanya,İsviçre ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti(KKTC) ile ilgili neler neler. Şu anda da bazı gazete ve sitelerde fahri olarak köşe yazısı ve haberler yazıyorum. Özellikle Kıbrıs,Romanya,Bulgaristan,İsviçre ve KKTC ile ilgili köşe ve haberlerili ‘Kartal Gazetesi) sitesinden ve de http://www.haberevreni.net http://www.ekstrahaber.net ve http://www.haberkurtköy.com‘dan izleyebilirsiniz. Sadece Fethi Satıcı yazın ve tuşa basın benimle ilgili bazı özetler bulacaksınız.kalın sağlıcakla.Tüm Yakacıklılara ve de Yakacık sevdalılarına selamlar olsun. Fethi Satıcı Uluslar arası Gazeteci-Yazar.
22. Fethi Satıcı

Nedense sitenin ziyaretçisi çok az. Yoksa yorum yazmaya gerekmi duymuyorlar yoksa üşeniyorlarmı.Bunu anlamakta güçlük çekiyorum.Site çok fakir kalmış diye düşünüyorum. Vay Yakacık sevdalıları vaaayyyy….
23. nicomedian

Sayın Fethi Satıcı,
Değerli katkılarınız, üşenmeyip yazdığınız anılarınız için sonsuz teşekkürler.
Burayı ziyaret edip de yorum yazmayan sevgili Yakacık’lıları hoş görmek lazım. Biz millet olarak yazılı kültürden hoşlanmıyoruz galiba:)) Bir de buna çağımızın görselliğe dayalı bir çağ olmasını katarsak…
Sitenin ziyaretçi sayısı WordPress’e konan mahkeme yasağından sonra hızla düştü. Birçok kişi bu siteyi açamadı. Ancak siz ve sizin gibi yurtdışında oturanlar bu siteye ulaşabiliyorlar.Ben Türkiye’den de erişimin kolay olabilmesi için yeni bir adrese taşıdım bu blogu. Yeni adresimi ana sayfadan duyurmuştum.(http://nicomedian.blogspot.com ) Sizi oraya da beklerim.

Selam ve saygılarımla.

Şefika

27 Kasım 2007 Salı

Belgrat Ormanı ve Kilyos



Bol limonlu, ekstra beyaz peynirli karışık ot salatası bugünkü öğle yemeğim.
Bu ot yazısını ise ormanda geçirdiğim olağanüstü güzellikteki güne borçluyum.
Denizde sis, havada güneş vardı...

Kalabalık bir gruptuk. Sarıyer’de buluştuk. Sabah saatleriydi ve boğaz sisler içindeydi. Yazdan kalma, insanın içini yaşama sevinci dolduran günlerdendi. Hani tam pastırma yazı dedikleri. Dostlar da sıcacıktı. Balıkçı tekneleri yanında çay içtik. Tost yedik. Ardından doğru Kilyos’a. Oradan orman yollarına daldık.


Kayalıklar aştık, uçurumlar (!) geçtik, ıssız kumsallarda dolaştık, çamurlandık, sulara girdik. Şahane bir yürüyüş oldu. Bir ara önümüze Uzan’ın eski arazisinin tel örgüleri çıktı ama onlar bile bizi yolumuzdan alıkoyamadı. Çalıların arasından geçip karşı yamaçtaki yola ulaşmayı inat edip başardık. Sonra ver elini orman. Beni denizin mavisinden de çok sevindiren orman oldu: Bitkiler. Nelerle karşılaştım nelerle. Bin bir çeşit ot. Acı marullar, turpotu, bol bol taptaze kuzukulağı, çoban iğnesi, sinir otu... Evet inanmayacaksınız belki ama hepsi oradalar. ‘Ben buradayım, siz neredesiniz’ diyorlar adeta Oğuz Atay gibi. Yalnız sinir otlarından toplayamadım. Çünkü onlara daha ormana girmeden, yürüyüşün ta başlarında rastladık. Yani daha ot toplama sevdasına tam olarak kendimizi kaptırmadan... Yürüdüğümüz patikanın iki yanını kaplamıştı sinir otları. Adına bakmayın çok sevimli görünüşü olan bir ot bu. Belki saksı çiçeği bile yapabilirsiniz. Renkleri de öyle canlı bir yeşildi ki.
Sonra bir yamaçta kuzukulaklarını görünce artık dayanamayıp yolmaya başladık. Araya ötekiler de karıştı.
Hayatımda gördüğüm en büyük mantarlara ise orman yolunda rastladım. Neredeyse 35-40 santim genişlikteydi biri. Bir tanesi üzerine yıldız tozu serpilmiş gibi ışıl ışıl parlıyordu. Üzeri pembe beneklerle kaplı olanını da gördüm. En çarpıcı mantarların en zehirlileri olduğunu bildiğimden elimi bile sürmedim hiçbirine.

Kocayemiş toplayanlar...

Meyvelerdense, bir orman dolusu kocayemiş ve tabii muşmulalar. İnanılmaz bir kocayemiş bolluğu vardı, insanın gözünü döndüren cinsten. Bu güzel meyvenin tadını biliyorsanız durup toplamadan edemezsiniz. Görünüşü zaten baş döndürücü. Öyle ki onlar yüzünden birkaç meyve ve ot hastası grubumuzdan kopmayı bile göze aldık. Ama sonuçta eve bir dolu otla ve meyveyle dönmeyi başardık. Ne yazık ki ben kocayemiş tadını çok sevmeme karşın (bütün orman meyvelerine bayılırım zaten) alerjik bünyem nedeniyle fazla yiyemeyenlerdenim. Sadece on tane filan yedim ama o bile beni fena çarptı ne yazık ki. Bu yüzden alerjik bünyelilere aman dikkat diyorum. Bu güzel meyveye kendinizi kaptırmayın...

Belgrat ormanında medeniyet (!)

Peki sonra ne oldu: Kuzukulakları salataya karıştı. Diğerleri az haşlanıp evde zaten beni bekleyen (Kartal cuma pazarından) ısırganlarla birleşti ve sevgili Tijen’in Bir Ot Masalı’ndaki o caanım tariflerine dönüştü: Salata, börek içi... Ehh Yurdumun Yenilebilir Otları kitabına bakmayı da ihmal etmedim elbet.
Ben bu gezi sonrası çok mutlu oldum dostlar. Sizlere de şiddetle bir doğa yürüyüşü ve keşif gezisi öneriyorum. Hemen şimdi...

.......................o0o....................

8 Kasım 2007 Perşembe

Hisar Kave'de sabah


Karakolun yokuşundan inerken ilkin deniz günaydın, der size. Durağın arkasında süt mavi dudakları kıpır kıpırdır denizin. Durağı geçince yaşlı eczacı hanım. O eczane kalkalı çok oldu tabii oradan. Onun Rıfat Ilgaz'ın eski aşkı olduğu söylenirdi. Kır saçını arkaya topuz yapan, minyon ve hoş bir hanımdı diye hatırlıyorum. Eczanenin içinde el yapımı ilaçlar için havanlar, birtakım ağzı mantarlı cam şişeler filan vardı. Karşıdaki Tekel büfesi Zekeriya, ayrılmaz parçası tahta park kanepesiyle iskeleye yapışmış gibidir. Daha geç saatlerde sökün edecek müdavimlerini bekler. Akademili ressam ( trafik kazasında ölen) Rafet’i ve daha birkaç dostunu... Set gibidir kave. Birkaç merdivenle çıkılır. Merdivene çok sonradan gölgelik yapılmış. Eskiden yoktu. Yazın, baharda, güzde hele hava ılıksa bahçe kısmı hep tıklım tıklım olurdu. Kışsa içerde ya bir kişi olur ya iki. Bazen kimsecikler yoktur. Yine de yokuştaki öğrenci evinin ıssızlığından, karanlığından kurtulmaktır kave. Orada mavisi denizin, gözünüzü, gönlünüzü maviye boyardı. Ilık hava ısınmayan ellerini ısıtırdı insanın. Ali Baba'nın sesi içini... Ya da içerde yanan sobanın çıtırtısı kuşatırdı yüreğini. O yüzden kahvaltıyı orada yapmak günün ilk elzem işidir. Sadece bir iki poğaça alabilen öğrenci bütçemle orada sabah çayımı içerdim. Yanına poğaçaları katarak. Poğaçalar bitişikteki -sanki asırlardır var olan- pastaneden alınırdı. Eskiden civarda başka pastane de yoktu zaten. Elin mahkum oradan alırdın poğaçanı. Ali Baba kocaman avucuna sıkıştırdığı iki küçük çayla yağmurlarla kararmış, yamru yumru tahta masaya yanaşır ‘Hoş geldin kızım’ derdi. Ben de hatırını sorardım. Aradan üç sene de beş sene de geçmiş olsa sanki daha dün görüşmüşüz gibi sıcaktı o. Bazen yıllardan sonra yoklardım. "Sen beni hatırlamazsın Ali Amca”. “Hatırlamaz olur muyum kızım!” derdi. Bazen inanır, bazen inanmazdım. Onun dumanlı kafasında olsa olsa sisler içinde bir görüntüm kaldığını düşünürdüm. Her sabah gelen, kalabalık masalardan kaçan kız... Ama bakışları daima dumanlı, uzakta. Sana baksa da uzaktadır. Sabahın erken saati de olsa... Kavede resim yapardı Rafet. (Bizi Nur tanıştırmıştı. Ne güzel ismin var Nur. Ne güzel arkadaşların var.) Birgün taze balıklarla oturduğunu gördüm masada. Balıkların resmini yapıyordu. Bir balık natürmortu. Şaşırtıcıyı benim için. Herkesin çay içtiği masada çiğ balıklar ve ıslak boyalı resim kağıtları vardı. Sonra, belki öğleden sonra ‘Orta Kantin’ tayfası akın ederdi. Yanyana tanıdık masalar. Kavede gazete, kitap okumak moda değildi daha. O zamanlar oturup kavede vatanı kurtarırdık (!) bir solukta. Her gün yeniden... Yüzlerce (!) çay eşliğinde. Bazen bira. 12 Eylül öncesi zamanlarıydı. Daha kave film mekanı (Tabutta Rövaşata) olmamış, kitabı (Çıracıoğlu) yazılmamıştı. Ali Amca burayı kardeşine devredip gitmemişti. Çaylar pahalanmamıştı. Eski dostlar pılıyı pırtıyı toplayıp göç etmemiş, yerlerini yeni kuşaklara terk etmemişti. Daha tribe giren filan da yoktu orada. Çok çok bira sarhoşu olunurdu. Diyorum ya vatanı kurtarmaya giderdik oraya. Hisar'ın hakiki Hisar olduğu zamanlardı. Köprünün gölgesi üstüne, gürültüsü beynine düşmeden önce. *** Sabah haberlerinde duyduğum kadına yönelik şiddet araştırmasıyla ilgili birşeyler yazmaya oturdum ama nedense bu yazı çıktı ortaya. Hava kapalı dışarda. Yağmur yağacak belki. Ondan mı hatırladım birden, boğazın mavi akan sularını, mis gibi baharını, mazide kalan insanlarını bilmem...

18 Ekim 2007 Perşembe

Ormanlara kıymayın efendiler...

Kaz Dağları, Sinop çamlıkları, Gökova kıyıları derken sıra geldi 2 B denen orman arazilerine. Ülke toprağının en güzel en değerli yerlerine kıyım kıyım kıyılıyor.
TEMA, 2B orman arazilerini sattırmayacağız kampanyası başlattı. Çok önem verdiğim bir kampanya bu. Hükümetin ‘dizi dizi bir inci’ icraatlarının bir yenisi.
AKP hükümeti satarım diyor, Hayrettin Karaca da sattırmam yalnız bana 1 milyon imza verin, diyor. Doğal yeşilden yana olanlar, imza vermeye var mısınız?
Bir tereddüdünüz varsa bu konuda, TEMA sitesine bir göz atın. Neymiş bu orman arazileri ve neden bu kadar gayretle satılmak isteniyor? İstanbul’un en güzel ormanlarında, nasılsa A. Necdet Sezer gidince 2B yasası çıkacak diye kimler orman içi villalar yaptırdı biliyor musunuz? Hükümetin seçim beyannamesine koyduğu ve satmaya kararlı olduğu ormanları satmaktaki bu kararlılığın sebebi nedir?
İncelemek ve imza vermek için
Tema linkini tıklayabilirsiniz.

24 Eylül 2007 Pazartesi

Datça’dan zamanı durduran öyküler



Akdeniz’e, billur suların koynuna, ”bir kısrak başı gibi” uzanır Datça yarımadası. Eski Datça’da bahçelerden badem dalları sarkar. Datçalılar mevsiminde badem kırar evlerin önünde. Datça yolları kekik, bahçeleri bal kokar. İskele’de beyaz begonvil salkımları, mor begonvillere dolanır. Efsaneye göre, Datça yarımadasının tam ortasındaki dağ, buraların kralına aitmiş ve bu kral oğluyla kızının esenlik içinde ülkelerini yönetip yönetmediklerini o dağdan gözlemekteymiş.
İşte o Datça’nın gönüllü yerel tarihçisi, araştırmacısı Nihat Akkaraca nice zamandır yaptığı çalışmaları kitaba dönüştürdü. Datça’da Zaman adını taşıyan bu kitabın en ilginç yanı kaynak kişilerden derlenmiş, daha önce yazıya geçmemiş öykülerden oluşması. Yani Akkaraca bir çeşit halkbilimci gibi davranmış; Pertev Naili Boratav’ların İlhan Başgöz’lerin izinden gitmiş. Böylece zamanın yok edici akışına bir anlamda dur demiş. Siz de benim gibi eski insanların, değerlerin yerine yenilerinin yetişmediği, güzel insanların güzel atlara binip gittiği duygusu içindeyseniz, bunu neden önemsediğimi anlarsınız.Öyküleri anlatanlar (Hamdi Sarı -1914; Mehmet Tabak -1926 Eski Datça gibi) ve anlatılanlar (Halil Çavuş, Hamit Ağa vb.), hatta manileri yazanlar da ismiyle cismiyle gerçek kişiler. Öykülerin geçtiği dağ, ova, tarla, dere, koy hep Datça coğrafyasının, isterseniz gidip bulabileceğiniz yerleri (Gocadağ, Gızılova, Gökdere vb.)… Buraların ve kimi kahramanların fotoğraflarının da kitaba girmesiyle gerçeklik duygusu biraz daha artırılmış. Kitabın sonuna bir de Datça köy haritası eklenmesi olayların geçtiği yerleri zihninde canlandırmak isteyenler için iyi bir kaynak olmuş.Öyküler mübadele yıllarından günümüze kadar çok uzun bir zaman dilimini kapsıyor. Datça insanları kurnazları, safları, iyilikseverleri, alaycılarıyla bir geçit resmi yapıyor bu öykülerde. Eski Datça’nın yol sorununa, jandarma dayağından, “demirkırata”, oradan köy enstitülü öğretmenlere ve imama, sonra daha yakın yıllarda halkın devlet hastanelerinde sağlık sorunlarını nasıl çözdüğüne, turistik lokantalarda garsonluk yapan Datçalı gençlere kadar birçok konuya değiniliyor. Halk dilinin duruluğu düpedüz yansıyor öykülere. Akkaraca o halkın içinden gelen biri olarak hem o insanları çok iyi anlıyor, hem de çok iyi dile getiriyor. Hatta kendini de onlardan ayırmadığından “İstanbul’da bir Datçalı” öyküsünde kendi başından geçen güldürücü ve düşündürücü bir olayı da anlatıyor. Kitabı okurken sık sık memleketim İzmit’te de halk dilinde hala yaşayan sözcüklere rastladım. Birbirine bu kadar uzak coğrafyalarda bile aynı sözcüklerin yaşaması ilginç geldi bana. Örneğin hıra sözcüğü İzmit’te zayıf, küçük anlamıyla yerel dilde mevcut.Öykülerin çoğunu gülümseyerek, kahramanlara sempati duyarak okudum. “Emine Teyze ve Bilgisayar” öyküsünde ise bu gülümseme itiraf etmeliyim ki kahkahaya dönüştü.Kitaba adını veren öykü, Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ne esin olacak cinsten. Datça’nın saatlerinin eski zamanlarda nasıl ayarlandığına ilişkin bu ilginç öykü insanı zaman üzerinde bir daha düşünmeye çağırıyor: “Datça’da zaman yekparedir.”Kitabı bitirdiğinizde güzel bir ülkenin güzel insanlarının yaşadıklarının tadı damağınızda kalıyor. Zamanı günlere bölmeye gerek duymadan yaşamak isteyenlerin seveceği ve toprağında kök salmak isteyeceği bir yer Datça…

Datça’da Zaman, Nihat Akkaraca, Alan, Haziran 2007


(Bu yazı 12 Eylül 2008 tarihli Radikal Kitap ekinde yayımlandı. )

23 Eylül 2007 Pazar


Adalet zenginler için vardır
Gerçek bir öykü, tamamen kurgu dışı bir belgesel kitap. Grisham, sayısız belge incelemiş, olayı yaşayan kişilerle görüşmüş, olayın yaşandığı mekânları gezmiş, ciltler tutan yeminli ifadeleri okumuş"Acaba masum olduğum kanıtlanıncaya kadar suçlu muyum, yoksa suçlu olduğum kanıtlanıncaya kadar masum muyum?" Duruşmada, suçsuz olduğunu söyledikten sonra ifadesini bu soruyla bitiren Dennis Smith soruyu sormakta son derece haklıydı.Amerika'nın bir eyaletinde, işlemediği bir tecavüz ve cinayet suçu nedeniyle, hakkında hiçbir delil olmadan, sadece polisin bulduğu 'yalancı tanıklar' ve bilimselliği kabul edilemeyecek 'laboratuar raporu'nun doğru olduğu varsayılarak ömür boyu hapis cezası alan, haksız yere on iki yıl hapis yatan bir 'ABD vatandaşı'ydı. Dennis Smith'le ortak kaderi paylaşan Ron Williamson'ın yaşamı ise çok daha trajikti. Aynı cinayeti birlikte işlemekten yargılanan Ron Williamson, ölüm cezasına çarptırılmıştı. İnfaza beş gün kala ölümden döndü. Tek hayali ünlü bir beyzbol oyuncusu olmak olan Ronnie, on iki yıl ölüm hücresinde kaldıktan sonra, ancak beş yıl yaşayabildi.Otuz beş yaşında hapse giren Ronnie, hapisten çıktığında kırk yedi yaşındaydı ama altmış beşinde gösteriyordu. Akıl sağlığını tamamen yitirmiş ve kendi başına yaşayamaz hale gelmişti. Belki de zamanında yapılacak iyi bir psikiyatri tedavisiyle sağlığına kavuşabilecekken, on iki yıllık hapis yaşamı boyunca yalan yanlış ilaçlar, kötü muamele, en sağlıklı insanı bile çıldırtıcı koşullar, Ron Williamson'un sadece 'yaşam süresini' kısaltmakla kalmamış, ruh sağlığını, hayallerini, umutlarını, en doğal insan hakkı olan 'mutlu yaşam hakkı'nı da elinden almıştı.Ortaçağ değil; yıl 1983
Benzer kaderi paylaşan sadece Dennis Smith ve Ron Willamson değildi. John Grisham, Masum Adam isimli belgesel romanında, Dennis ve Ronnie'nin hikâyesine odaklanmakla birlikte, aynı dönemde yine çok benzer koşullarda haksız yere suçlanan üç 'masum adam'ın daha öyküsünü anlatıyor. İnsan, romanı okuduğunda, idam edilen daha kaç 'masum adam' vardı acaba, diye sormadan edemiyor.Dennis Smith ve Ron Williamson'un yaşamını cehenneme çeviren olaylar ortaçağda, engizisyon mahkemelerinde yaşanmış değil. Cinayetin işlendiği 1983 yılından 2000 yılına kadar süren haksız yargılama, idam ve hapis cezası, yalan üzerine kurulu bir 'adalet sistemi'... Burası 'ilkel' kabilelerin yaşadığı, dünyanın uygarlıktan uzak bir köşesi de değil; dünyanın çeşitli ülkelerine 'demokrasi' ve 'insan hakları' götürmek üzere savaş açmış olan ABD'nin bir eyaleti. Sadece bu küçük eyalette yaşananları, birkaç vicdansız savcı ve yargıcın 'hatası' olarak görmek mümkün mü? Bu soruya verilecek tek bir yanıt var: Uydurma kanıtlarla yargılama yapan, hile ve tehditle yalancı tanıklar bulan, duygusal baskıyla sanıklarından 'itiraf kopartan', yargılamanın başından sonuna kadar kötü niyetli olduklarını gösteren o savcı ve yargıçlar, her şey ortaya çıktıktan sonra da görevlerinde kaldılar ve kim bilir daha kaç kişiyi ölüm hücresine gönderdiler. Kaçının gerçek suçlu olduğu ise vicdanlı olanların zihninde bir soru olarak kaldı...
Neden Dennis ve Ronnie'yi kurban olarak seçmişti savcı ve polis? İkisi de toplumun kenarında kalmış, 'saygın' meslekleri olmayan, içkiye, uyuşturucuya ve kadına düşkün 'serseriler'di. Üstelik yoksul ailelerin çocuklarıydılar. Kimseyi satın alabilecek güçleri yoktu. Ünlü avukatlar da tutamazlardı. Tecavüz ve cinayet suçuyla itham edildiklerinde, bu suçların toplum tarafından onlara 'yakıştırılması' da son derece kolaydı. Kimse yadırgamazdı, nasılsa onlar 'potansiyel' birer suçluydu... Masum oldukları kanıtlanıncaya dek! Dennis Smith, en 'iyi hukuk okulu'ndan mezun olmuş sayılırdı. Cezaevinde bulunduğu süre boyunca suçsuzluğunu kanıtlamak için sayısız hukuk kitabı bitirdi. Ve bütün yaşadıklarının sonunda, vatandaşı olduğu ülkenin adalet sistemini şöyle tarif ediyordu: "Kendinizi savunacak paranız yoksa, yargı sisteminin insafına kalıyorsunuz. Bir kere sistemin ağına takılırsanız, kurtulmanız neredeyse olanaksız; suçsuz olsanız bile."
Neden gerçek suçlu olan Greg Gore, kurbanla birlikte son görülen kişi olduğu halde es geçilmiş, doğru düzgün sorgulanmamış, "laboratuar raporlarından muaf tutulmuştu?" Üstelik Ron Williamson sadece ve sadece onun 'tanıklığı'na dayanılarak tutuklanmıştı. Gerçek suçlu olan Gore, bunun nedenini aradan yaklaşık yirmi yıl geçtikten sonra açıklayacaktı: "Ancak, 1980'lerin o ilk yılları boyunca Ada polisinin çoğunlukla bana iyi davrandığının farkındaydım, çünkü kendileriyle birlikte uyuşturucu işinin içindeydim. (...) Doğrudan doğruya Bay Williamson'u teşhis etmemi önerdiler."
Bulunan öteki tanıklar ise cezaevindeki diğer suçlulardan oluşuyordu. Çünkü, "özgürlüğe kavuşmanın veya en azından ceza indirimi almanın en kestirme yolu, bir şüphelinin suçunu veya suçun bir bölümünü itiraf ettiğini duymak veya duyduğunu iddia etmek, sonra da bunun karşılığında bir şey koparmak üzere savcıyla pazarlığa oturmaktı".ABD anayasasına göre insanların kendini suçlu ilan etme yolu kapatılmıştır! Yasalarda sorgulamalar sırasında polisin nasıl davranacağına ilişkin sayısız hüküm vardır. Örneğin tehdide maruz bırakılmış bir zanlının itirafı geçersizdir... Sorgulamanın uzunluğu, gündüz mü gece mi yapıldığı, sorgulamayı yapan kişinin psikolojik yapısı, deneyimi, eğitimi, yasalara göre denetlenmeliydi. Ancak Grisham'ın anlattığı beş gerçek öykünün tamamında bu yasaların hiçbiri hayata geçirilmemişti. Aksine, polis tarafından tehdit ve ağır baskıya maruz kalan zanlılar, on saat süren, gece başlayıp sabaha kadar devam eden sorgulamalardan kurtulmak için 'onlara istedikleri ifadeyi' vermek zorunda kalmışlardı. ABD anayasasına 'gerekli hükümleri' koymuştu. Peki ya 'uygulamadaki sorunlar?'
Amerikan polisiyeleri ve gerçek
John Grisham'ın Masum Adam kitabını okurken, aklıma sık sık izlediğim Amerikan polisiyeleri geldi. O polisiyelerde, gerçek katil eninde sonunda yakalanırdı! Dedektifler, FBI görevlileri, polis her zaman 'iyi Amerikan vatandaşları' olurlardı. Vicdanlı, fedakâr ve yardımsever! Sorgulamalarını her zaman nazikçe yapar, ancak gerçek suçluyu bulduklarında sertleşirlerdi! Laboratuarlarda en bilimsel koşullarda, en ayrıntılı incelemeler yapılırdı. Saç, kıl örnekleri, DNA testleri, titizlikle inceleyen ve bir haksızlık yapılmaması için gece gündüz çalışan 'süper' polisler görürdüm ekranlarda. Elbette o zaman da bunların birer kurgu olduğunu iyi bilirdim. Ancak Grisham'ın Masum Adam'ı, gerçek bir öykünün, hiç hayal katılmadan aktarılmış, tamamen kurgu dışı bir belgesel kitap. Grisham, sayısız belge incelemiş, olayı yaşayan kişilerle görüşmüş, olayın yaşandığı mekânları gezmiş, ciltler tutan yeminli ifadeleri okumuş... Gerçeğin etkisi kitabı okuduğumda beni sarstı!
John Grisham olayları mümkün olduğunca nesnel bir şekilde aktarmış. Kitabı okurken kendinizi yaşananların izler gibi hissediyorsunuz. Grisham kuru bir şekilde olayları sıralamıyor, olayların içindeki insanların yaşamöykülerini, geçmişlerini de bir edebiyatçı diliyle aktarıyor. Suçlanan insanların özlemleri, zayıflıkları, hataları, çocukluklarından taşıdıkları hayalleriyle o insanları tanımanız, olayın yüzeydeki boyutunun da ötesini görmenizi sağlıyor.
Masum Adam'da yalnızca adalet sisteminin korkunç boyutlara ulaşan yanlışları anlatılmıyor. Amerikan cezaevlerindeki insanlık dışı uygulamalar son derece canlı bir şekilde aktarılıyor. John Grisham bu belgesel romanıyla, Amerikan toplumunun aile yapısı, toplumsal ilişkiler, zengin-yoksul farkları konusunda da son derece ayrıntılı ve gerçekçi bilgiler veriyor. Masum Adam, önyargıları altüst eden bir belgesel roman.
IRMAK ZİLELİ
MASUM ADAM John Grisham, Çeviren: Şefika Kamcez, Remzi Kitabevi, 2007, 366 sayfa
Radikal Kitap17/08/2007